Komünizme karşı sıcak veya soğuk savaş söz konusu olduğunda, emperyalizmin şiddeti sınır tanımıyordu. Ama direnen halkların buna rağmen yenilemeyeceğini ancak ağır bir hezimetle öğrenebilecekti.

Emperyalizmin savaşları

Emperyalizmin savaşları türlü çeşitli olur. Kendi aralarındaki paylaşım savaşlarının bunların en kanlı, en vahşisi olduğunu insanlık 20. yüzyılın canlı tanıklığında öğrendi. Bunlardan ders alındığı ve bu tür barbarlıkların sonunun geldiği ise ne yazık ki söylenemez. Hegemonya transferinin bu defa Anglo-Sakson biraderler arasında olduğundan daha çatışmalı geçmesi beklenir ayrıca.

Emperyalizmin sömürge savaşları daha insanî değildi kuşkusuz. Afrika'da veya hatta 19. yüzyılın Çin'inde yol açılan savaşlar, acımasızlıkta herhangi bir vicdani sınıra sahip değildi. Vekalet savaşlarının ilk örnekleri de 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu'da verilecekti. Bu hafta 100. yılını andığımız Sakarya Savaşı, emperyalizmin maşası rolünü benimsemiş ve sırtını o zamanki dünya hegemonuna dayamış bir "vekile" karşı kazanılmış olmakla birlikte, orada asıl yenilgiye uğratılan İngiltere'den (ve onun temsil ettiği Batı blokundan) başkası değildi. Asıl kalıcı zafer de zaten bir yıl sonra Dumlupınar'da elde edilecekti. 

Güney ülkelerini hedef alan sömürge savaşları her zaman sömürgeleştirmek veya var olan sömürge ilişkisine karşı verilen kurtuluş savaşlarını engellemek/ baskılamak için yapılmadı. Bunların bazıları, sistemi koruma adına girişilen "komünizmle mücadele" savaşlarıydı. Emperyalizm, 1917 Devrimini izleyen süreçte yeni kurulan sosyalist devleti yıkmak için elinden geleni ardına koymadı; ama başarısızlığa uğratılan bu ilk müdahalelerini sonrasında sürdüremedi. Çanakkale Savaşı'ndaki yenilgisi, ardından Türk Kurtuluş Savaşı'nın başarısı, hem 1917 Devrimi'ne elverişli bir dış politik ortamı yaratacak hem de sonrasında Sovyetlere güneyden cephe açma hamlelerini boşa çıkaracaktı. 

On yıl sonuna gelindiğinde 1929 Ekonomik Krizi de kapitalist dünyanın başına yeterince dert açacaktı zaten. Ama Hitler'i SSCB üzerine sürme ikiyüzlülüğü de sonuna kadar sürdürülecekti; tâ ki faşist Almanya'nın Sovyetler'e yenileceği belli olana kadar. II. Dünya Savaşı sonrasında sosyalist blok oluşup nükleer güç dengesi kurulduktan sonra, emperyalizmin "soğuk savaş" dönemini "ısıtacak" doğrudan bir savaşı veya müdahaleyi göze alması zaten olanaksızlaşmıştı. Böylece ABD dış politikasına sosyalist bloğu "kuşatma" veya "çevreleme" politikaları egemen olmaya başlayacaktır.

Fransa'nın 1954'teki Dien Bien Phu yenilgisine kadar Vietnam'da sürdürdüğü savaş, yüzyıllık sömürgesini elinde tutmak kadar Uzakdoğu'da -kendi ekonomik gücünü çok aşan- emperyalist varlığını korumak adına da yapılmıştı. Ama Fransa'dan nöbeti devralan ABD'nin daha ön plana çıkan amacı, Çin'deki sosyalist devrimden (1949) sonra devrimlerin bir yağ lekesi gibi Hindiçini ülkelerinden Hindistan'a kadar yayılma olasılığına set çekmekti. Soğuk Savaş'ın ilk sıcak çatışması olan Kore Savaşı'nın (1950-53) sonucunda Kore'nin ikiye bölünmesini Vietnam'ın da benzer şekilde bölünmesi (1954) izleyince, ABD Başkanı Eisenhower (veya ABD derin savaş makinası) ilk kez 1954'te "Domino Teorisi"ni ortaya atmıştı. Bundan sonrası, "pek demokrat" J. Kennedy'nin dayattığı, Johnsonn ve Nixon'un daha da genişletip sürdürdüğü, ölçüsüzlükte sınır tanımayan II. Hindiçini savaşları olacaktı; o kadar ki, ABD'nin hava saldırılarında km2'ye atılan bomba sayısı, II. Dünya Savaşı'nı çok aşan bir yoğunluğa erişecekti. Komünizme karşı sıcak veya soğuk savaş söz konusu olduğunda, emperyalizmin şiddeti sınır tanımıyordu. Ama direnen halkların buna rağmen yenilemeyeceğini ancak ağır bir hezimetle öğrenebilecekti.

Afganistan'daki ABD varlığı da, 1990'larda Sovyetler Birliği'ni İslamcı bir "Yeşil Kuşak"la çevreleme planıyla birlikte başlamıştı. 11 Eylül 2001'deki İkiz Kuleler saldırısı, bu defa Afganistan'a doğrudan ABD müdahalesinin bahanesi yapılacaktı. Ancak Afganistan'da 20 yıllık ABD askeri ve ekonomik varlığının dahi bir kukla devletin yaşaması için yeterli olamayacağını, son olaylar dünyaya kanıtlamış oldu. ABD bu defa belki savaşarak kaybetmiş görünmüyordu; Vietnam sendromunu yaşamadan kendi tedrici çekilme planını "yürürlüğe koyabilmiş" gözüküyordu; ama bu, savaşa iyice yüklendiği dönemlerde de kesin başarılar elde edemediği ve arkasında bıraktığı yönetim yapısının bir ay bile dayanamadığı gerçeğini değiştirmiyordu. ABD, kendi vatandaşlarının dahi gözünde, kaybeden taraftı. Şimdi ABD'nin tek kaygısı, geride ölüme terk ettiği asker-sivil müttefiklerinin hiç olmazsa bir bölümünü bir hava koridoru üzerinden Afganistan dışına taşıma kapasitesini gösterebilmekten ibaret görünüyor. (Türkiye'nin bir süre havalimanını işletme görevini sürdürmesi bu bakımdan önemseniyordu). Çünkü ABD'nin ve genel olarak emperyalizmin, bundan sonraki operasyonlarında /işgallerinde yerli işbirlikçilerinin güvenini kazanabilmesinin asgari koşulu buradan başlıyor artık.

İçerden tepkiler

Emperyalist ülkelerin sosyalist/ilerici aydınları büyük çoğunlukla bu tür emperyalist müdahale savaşlarının karşısında yer aldılar, kendi saldırgan ülkelerine karşı açık mücadele içine girmekten çekinmediler. Bunun ilk örneklerinden birini, İzmir'e çıkan Yunan işgal ordusunun Yunan Komünist Partisi üyesi askerleri verdiler; bu kirli emperyalist müdahalede görev almayacaklarını, savaşmayacaklarını bir bildiriyle açıkladılar. Birçoğu bu soylu karşı çıkışı, vatana ihanetten ölüm cezasına çarptırılmayı göze alarak yapmıştı ve gerçekten de pek çoğu bu eylemi hayatıyla ödedi. Bu yiğitçe göze alınan ölümler boşa gitmedi kuşkusuz; komünist hareketin ne denli ilkeli bir barışseverliği içerdiği sonraki onyıllara da destansı bir miras bıraktı. 

Fransa'da Mareşal Petain liderliğindeki Vichy Hükümeti Nazilerin yerli işbirlikçiliğine soyunurken, Alman ve Fransız faşizmine karşı direnişin en ileri hatlarında Fransız Komünist Partisi militanları savaştılar.

ABD'ye yaranmak ve NATO'ya kabul edilmek için 1950'de Kore Savaşı'na bir Türk tugayının gönderilmesine karşı çıkan Behice Boran başkanlığındaki Türk Barışseverler Cemiyeti üyeleri de benzer bir mirası sürdürdüler. Cemiyet, Temmuz 1950'de kapatılacak, kurucu üyeleri ise, “siyasi maksatlar gütmek, ABD ile dostluğumuzu bozmaya teşebbüs etmek, halkın hükümete itimadını kırmak, milli mukavemeti zaafa uğratmak” gerekçesiyle 1951'de birer yıl üçer ay ağır hapis cezasına çarptırılacaklardır.

Bir başka örnek, Fransa'nın 1946-54 arasındaki I. Hindiçini/Çinhindi savaşında kesin mağlubiyetini tescil eden Dien Bien Phu savaşının (Mayıs 1954) hemen öncesinde, Fransız aydınlarının bu emperyalist savaşa olan karşı seslerini iyice yükseltmeleridir. Bunun da simgesi 1954'te Boris Vian'ın yazıp bestelediği ve ilk önce Moloudji'nin seslendirdiği "Asker Kaçağı" ("Le Déserteur") şarkısı olacaktır. (Burada, II. Dünya Savaşı'na katılmış, esir düşüp hapis yatmış, şimdi de Vietnam Savaşı'na çağrılan bir askerin öyküsü anlatılmaktadır). Şarkı Fransa'da anında yasaklanacaktır. Daha sonra 1964'te, Cezayir Savaşı'nın da geride kaldığı bir dönemde, ünlü Fransız yorumcu Serge Reggiani tarafından söylenerek meşhur edilecektir. Daha sonra Joan Baez dahil çok sayıda yorumcunun seslendireceği bu parçanın Fransızca aslından yaptığımız çevirisi şöyledir:

"Sayın Başkan, size bir mektup yazıyorum, belki okuyacaksınız, vaktiniz olursa. Çarşamba akşamdan önce savaşa gitmem için askere celp kağıtları bana ulaştı.
Sayın Başkan ben bunu yapmak istemiyorum, ben dünyaya zavallı insanları öldürmek için gelmedim. Sizi kızdırmak için değil ama size söylemem gerek; ben kararımı verdim, askere gitmeyeceğim.
Doğduğumdan bu yana, babamın öldüğünü, kardeşlerimin askere gittiğini ve çocuklarının ağladığını gördüm. Annem bunca acı çekti, şimdi mezarında, bombalar umurunda değil, şiir dizeleri de... Hapisteyken, benden karımı ayırdılar, benim ruhumu ve tüm geçmişimi çaldılar.
Yarın sabah erkenden, kapımı ölü yılların suratına çarpıp yollara düşeceğim. Hayatımı Fransa yollarında, Bretagne'dan Provence'a kadar insanlara yalvarmakla geçireceğim ve onlara şöyle diyeceğim: 'İtaat etmeyin, savaşa katılmayın, gitmeyi reddedin'. 
Eğer sayın Başkan, kanını vermek gerekiyorsa, kendi kanınızı verin; doğruluk taslayan sizsiniz. Eğer beni izletirseniz, jandarmalarınıza silahsız olacağımı ve bana serbestçe ateş edebileceklerini söyleyin
."

***

II. Hindiçini Savaşlarının bitirilmesinde de ABD içinden yükselen savaş karşıtlıklarının önemli rolü olacak, ABD emperyalizminin egemen sınıflarının azgın militarizmini frenlemede etkili bir güç haline dönüşecektir. ABD ordusunun ölü ve yaralı olarak kayıpları arttıkça, savaş karşıtlarının safları genişleyecek, hatta bu saflara askere çağrılanlar, silah altındakiler ve daha da önemlisi ülkeye dönüş yapmış eski askerler ve gazilerden de katılanlar olacaktır. Savaşa gitmeyi reddeden Muhammed Ali'yi de bu vesileyle anmamız gerekir. ABD'de savaş karşıtlığının büyümesindeki asıl rolün, ABD'ye savaş alanlarında önemli direnç gösteren, yenilgiler tattıran, emperyalizme bu savaşı kazanamayacağını gösteren; saldırı altındaki ülkenin ordusu ve partizan milislerine düştüğünü de kuşkusuz gözardı etmemek gerekir.

Faşistlerin, emperyalistlerin veya onların taşeronlarının niçin Barışseverlerden hoşlanmadığı, Barış mücadelesinin niçin solun öncelikli görevi olduğu yeterince açık değil mi?