Kapitalizmin ve sömürücülerin hizmetine koşulan tüm o atların koşumlarını kesmek zorundayız. İnsanlık, dolu dizgin dört nala geleceğe koşacaksa eğer başka bir formül yok. 

Dünümüzü, bugünümüzü ve yarınımızı çalanlara Jakoben bir ruhla karşı koymak zorundayız

Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, İrlanda’nın tarihi yapılarının arasında yürürken dehşetengiz gerçeklerin uğursuz bir hayalet gibi zihnimde dönüp durmasına engel olmaya çalışıyorum. Huzur veren o uçsuz bucaksız yeşilliğin yerini cehennemi bir kızıllık alıyor. İnsan zihninin en garip davranışlarını kendi üzerimde yeniden keşfediyorum. Yitirilmemiş bir hafıza için güçlü kaynaklardan biri çocukluk çağıdır. Marmaris, Milas ve Datça sanki çocukluğumun geçtiği bu eşsiz yeşil cennete yeniden dönüyorum. Marmaris balının kokusu burnumun ucuna geliyor. Çocukluğumun masum izleri silinirken görüş açımı kalın bir bulut tabakası kaplıyor. Sonra kulağıma yoksul Anadolu köylüsünün çığlıkları doluyor. Dedelerimden dinlediğim öykülere çok benziyor. Övündükleri Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak ağası beyleri de aynı pervasızlıkla saldırıyormuş doğaya, insana, ağaca ve tüm canlılara. İmparatorluk tebaasının hafızası yoktur. Dünü, bugünü ve yarını yoktur. Çünkü, insanlar sadece mülksüzleştirilmemiştir; aynı zamanda tüm dünyevi arzularına ve zamana da el konulmuştur. İmparatorluk demek o sınırlar içerisinde yaşayan insanların tamamının Sultan’ın malı olması demektir. Şerefsiz Osmanlı’ya geri döndüğümüze göre canlarımızın yeniden değersiz hale gelmesi olağandışı bir gelişme değil.

Bu bir ruh çağırma yazısı değil bu bir nasıl bu kadar kötü olabilirler sorgulaması hiç değil. Ahlaki değerlere saplanıp kalmış idealist zihinlerin var olan şok edici gerçekleri analiz edebilmesi zordur. Adımlarımı ileri doğru atarken, Türkiye’nin adımlarını bu derece hızlı geri atabilmiş olmasına bir kez daha hayret ediyorum. Hayret edebilmek oldukça önemli, artık şaşırmıyoruz diyen normalleştirici zehre karşı bir panzehir görevi görüyor. Halkın avukatı Maximilien Robespierre gelmiş geçmiş en iyi hukuk teorisyenlerinden biri olmakla birlikte sıkı da bir uygulayıcı. Sürekli olarak halkın yıldırımlarını aristokrasiye yöneltmesinden bahseder. Tüm bu ürkütücü yıldırımlar serisi, gerçekte halkın adaletini temsil eder. Yıldırımlar bir kez zorbanın üzerine düşerse zorba bundan asla kaçamaz. İşte o gün geldiğinde halkın kafasına fırlattıkları pastanın pardon çayın bedelini çok ağır bir biçimde öderler. Çünkü öyle bir an gelir ki gündelik işlerini yapan tüm o insan sürüsünün yerini şuurlu ve inanmış bir hareket alır. İşte o hareketin adıdır: Jakobenizm. 

O andan itibaren geçmişimizle sıkı bir bağ kurduk. Tüm lanetleme ayinlerine ve akademi kılıklı katil ideologların çabalarına rağmen gurur duyduk geçmişimizle. Marx ve Lenin asla gocunmadılar Jakoben olarak nitelendirilmekten tam tersine gurur duydular. Jakoben, halkın adaletinin vücut bulmuş hali, sömürgen sınıfların korku dolu rüyası oldu. Victor Hugo, onu sürekli bir biçimde konvansiyoncu kılığında temsil eder. Ürkütücüdür ama kesin bir şekilde halkın vicdanını temsil eder. 

Burnumun ucundaki o bal kokusu insanın geçmişiyle bağlarının ne kadar güçlü olduğunu ispat etmiyor mu? Deniyorlar! İnsanı hafızasızlaştırmak için yoğun bir çaba harcıyorlar! Örgütlü insanlar olduğu sürece bunu başaramayacaklar. “Düşünen insan için, tüm Fransız Devrimi’nin en trajik olayı, Marie Antoinette’in kraliçe olduğu için öldürülmesi değil, Vendee’li aç köylünün feodalizmin çirkin davası uğruna seve seve ölüme gitmiş olmasıdır” Güzel, demek ki yakışıklı şairimiz İrlandalı Oscar Wilde iflah olmaz bir Jakoben. Sık sık ölümle ve kanla hatırlananların yaşama geri dönüşü olmayan bir biçimde yeniden hayat öpücüğü verdiğini kavrayabilmek ne kadar önemli değil mi? Sürekli olarak doğayı insanın hizmetinde gören ve sözde yaşamı tanrının bir yansıması olarak tasvir eden palavracıların yaşama değil ölüme sevdalı olduklarına şimdi kendi gözlerimizle tanıklık ediyoruz. Hafızalarımıza daha çok sarılmak ve tarihi tecrübelerimizi kontrol etmek zorundayız. Zorbalar çocukluğumuza kadar indiklerine göre onları çocukluğumuzun o masum ormanında avlamak zorundayız. Sıradan yoksul köylülerin ve sanayi işçisinin kavrayabilecekleri gerçeklikleri akademik uzmanlık meselesiymiş gibi pazarlayanlara karşı tetikte olmalıyız.1 Her şeyin fetişleştirildiği dünyamızın bir felaketle karşı karşıya olduğunun süslü sözlerle anlatılmasının çirkin bir halka ilişkiler cambazlığı olduğunu artık kavramak zorundayız. Ormanlar yanıyor, kadınlar vahşice katlediliyor ve hepimize bir sus payı bırakılıyor. Biz, susmalıyız uzmanlar konuşmalı. Marmaris köylüsünün arıcılık bitti, artık bal üretemeyiz demeye ve salt bu gerçekliği kavramaya/söz söylemeye hakkı yok. Nasılsa hepimizin yerine bir ideolojik papağanlık biçimi olarak akademi yazıyor ve konuşuyor. 

İrlandalı yoksullar bir bir yanımdan uzaklaşıyor. Kayıtsız gözlerine çökmüş sonsuz bir yorgunluk var. İşte o yorgunluğu ölümsüzleştiriyor Wilde. Mülksüzlerin mül edinebilmek için girdiği bu sonsuz savaşın dipsiz bir kuyu olduğunu hatırlatıyor. Çocukluğumu kaybettim, Marmaris’in ateş denizinde boğulan çam ağaçlarının arasında. Tüm benliğimle bu acı gerçeği haykırmak ve kalbimin yerinden çıkmasına neden olan o küçük kolların ve küçük kirpiklerin anısını bir daha aynı tutkuyla anımsayamayacak olmanın yadırgatıcı gerçekliğini anlatmak istiyorum. Gece hiç görmediğimiz domuzlardan korkmayı, sabah o eşsiz balın ekmeğin üzerinde dans edişini, çam ağaçlarının arasında ailelerimizden saklandığımız, bedava dondurma çubukları için iddiaya tutuştuğumuz tüm o anılar iğne yapraklı dallarımızda bir bir tutuşuyor ve yok oluyor. 

İnsanın doğaya yabancı, bencil bir canavar olduğuna inanmamızı istiyorlar. Anıları/hafızası olmayan ve imparatorluğun tebaası haline gelmiş olanlar her şeye inanır. Darwin, liberal ideolojinin aparatı haline gelmiş sözde bilim insanları kadar doğadaki rekabete körü körüne önem veren biri değildi. “Hayvanların birçoğu, birbirinin acılarını ve sıkıntılarını paylaşmaktadır. Bay Blyth, Hint kargalarının kör arkadaşlarını beslediğini görmüştür. Bir köpeğin, yakın arkadaşı olan ve sepetinde hasta yatan bir kediyi birkaç defa yalamadan sepetin yanından geçmediğini gözlerimle gördüm. Bu, bir köpekteki acıma duygusunun en güvenilir belirtisidir”. Charles Darwin’e göre Hint kargaları, sosyal güvenlik sistemini çoktan icat etmiş gibi görünüyor. İçerisine düştüğümüz bu karanlık ideolojik odanın içerisinden yine kendimize has icatlarla ve en başta da edebiyatla ve şiirle çıkmak zorundayız. Kapitalizmin ve sömürücülerin hizmetine koşulan tüm o atların koşumlarını kesmek zorundayız. İnsanlık, dolu dizgin dört nala geleceğe koşacaksa eğer başka bir formül yok. 

İnsan, zihnine doluşan tüm o aşağılık bilgileri kovabilmeyi öğrenmek zorunda. Kargalar kadar paylaşım duygusu taşımayan bencillerin zihinlerinde işe yarar şeyler taşıdığına inanmak zor. Avrupa’ya gelip geçmişe sünger çekenler, Türkiye’ye tüm benliğini kapatanlar için yapılabilecek hiçbir şey yok. Geçmişimizi, bugünümüzü ve yarınımızı çalanlarla hesaplaşacaksak eğer bunu örgütlenerek yapacağız. Bazı anlar vardır; tam da o anların içerisinden geçtiğimizi hissediyorum. Evet, ülkemden oldukça uzak bir noktada bu duyguya kapılıyorum. Henri Lefebvre bu ruh halini, gündelik hayata başkaldıran insan olarak tanımlıyor. Bu ruh haliyle elimdeki kalemi bir kenara bırakıyorum. Yazılması gereken her şey yazıldı. Yeni tespitler, argümanlar ya da kavramlar üretmek yerine artık hareketi örgütlemek zorundayız. Böyle anlarda gündelik yaşamın rutini daha da anlamsız gelmeye başlar. Tüm işleri askıya alıp esas işimize devrime odaklanmanın zamanı geliyor. Türkiye’nin acı kaderi, gündelik işlerini yapmayı bırakıp gerçek sorumluluğu hissedenler tarafından değiştirilecek. “Emek zenginler için harikalar yaratır, ama işçi için yoksunluk üretir. Saraylar yapar, ama işçi için inler üretir. Güzellik yaratır, ama işçi için solup sararma üretir. Makine durumuna indirgeyerek barbarlık içine düşürdüğü işçiyi fizik ve törel bakımdan alçaltır; zihin alanını genişletirken alıklığı ve budalalığı işçinin yazgısı durumuna gelir” Karl Marx’ın ifade ettiği bu gerçekler devrimciler tarafından yinelenir ve yine çoğunluk bu gerçeklere gözlerini kapamayı tercih eder. Tabii felaket anlarının sarsıcı etkisi aptallaştırma mekanizmalarına zarar verdiğinde iş tam tersine döner. Yapılan örgütlenme çağrılarını mantıklı bulmayanların yüce akıllarını bir kenara bırakarak örgütlülüğün ışıldayan yönüne odaklanmak zorundayız. Tam bu noktada okurların anlayışına sığınarak sahada canla başla dayanışma örgütleyen Ege ve Akdeniz’deki TKP’li dostlarıma özel bir yer ayırmak istiyorum. Umutsuzluk ve öfke arasında bir sarkaç gibi salınan ruh halimize umudu ve geleceği aşıladıkları için onlara teşekkür ediyorum. Dünümüzü, bugünümüzü ve yarınımızı çalanlara karşı Jakoben bir ruhla direnmek ve saldırıya geçmek zorundayız. Anadolu ağaçları, akarsuları, insanı ve doğasıyla yeniden canlanacaksa eğer başka bir çıkar yol yok.

  • 1. Değerli çalışmalarıyla yolumuzu aydınlatan komünist bilim emekçilerini kast etmiyorum (Y.N).