Tarikatların tahakkümü altındaki işçi sınıfı katmanlarının karşısına artık beyaz yakalıları/aydınları değil, laikleşmiş/sınıf mücadelesini benimsemiş işçi sınıfı katmanlarını çıkarmak gerekir.

Doğru tahlil olmadan başarı gelmez

14 Mayıs seçimlerini değerlendiren 16 Mayıs tarihli yazıma “Kültürel baraj gene aşılamadı” başlığını atmıştım. Ara başlığım da “Yenilgiyi doğru tahlil etmek gerekir” idi. Bu başlıklar bu yazım için de geçerli. Ama yerlerini değiştirmek şarttı çünkü şimdi muhasebe zamanı. 

Seçimleri kaybeden tarafta bir çalkantı yaşanması kaçınılmazdı; bir bilanço çıkarılması gereği de öyle. Altılı ittifakın dört bileşeni 14 Mayıs seçiminin kazananları olduğu için (CB yardımcılıkları ve bakanlıklar zaten bonus idi!) öyle pek özeleştiriye ihtiyaç duymayacaklardır. Ama CHP ve İYİP için durum farklı. Özellikle de 39 milletvekilliğini ittifak partilerine armağan eden CHP açısından. Aslında bu siyasi ikramlar sadece Kılıçdaroğlu’nun Altılı Masa’dan CB adayı olarak çıkabilmesi adına yapılmıştı. Adaylık sağlandı ama başarı sağlanamadı. Başka açıdan, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı CHP’ye ve CHP’de siyaset yapanlara epey pahalıya patlamış oldu. Çok söylenen biçimiyle, “gereğini yapmadan” bunu geçiştirmek mümkün olabilecek mi? Bunu CHP örgütüne bırakalım ama görünen o ki MYK düzleminde bu olasılığa karşı duruluyor, çünkü yenilenen delegelerle bir Kurultay süreci pek çok ismi silme potansiyeline sahip olabilecek.

Peki mevcut veya yenilenmiş kadrolarla yerel seçim süreci başarılı bir biçimde yönetilebilecek mi? İşte bunun için siyasi durumun doğru bir tahlilinden başlamak gerekecek. Bunun da önkoşulu, AKP’nin olağan bir sistem partisi olarak kavranmasından vazgeçilmesi olmalı. AKP, kendi dinci-tevekkül rejimini (hem Allah’a hem iktidara tevekkül) adım adım inşa eden ve bunu siyasal alanı temizleyerek sürdüren olağanüstü bir siyasi örgütlenmedir. Siyasal alanı -devletin zor unsurlarını da kullanarak- kendi ideolojik hegemonyası altına almasının tezahürleri, CHP’nin AKP artığı dinci sağa açılmasıyla da açığa çıkmış durumda. Az-buz şey değil. Cumhuriyet’in kurucu partisi, yüzyıllık ideolojik muarızlarının kimi unsurlarını içselleştirmek durumunda bırakılıyor. 1924 Anayasasının bile gerisine razı hale getirilebiliyor. Elbette CHP yönetiminin liberal dayanaklarına da yaslanarak…

CHP ve muhalefet açısından en sorunlu ve eksikli tahlil, seçim sürecinin olağanüstü baskılar ve eşitsizlikler altında yaşanmış olmasından, çeşitli hilelere konu olmasından hareketle suçluyu salt iktidarın hukuksuzluklarında/sahteciliklerinde aramak veya bundan öteye gidememek olur. Bunlar doğrudur ve yaşanmıştır, kimse bunları yadsıyamaz. Ama zaten RTE’nin üçüncü kez adaylığı bile Anayasaya doğrudan aykırı değil miydi? O zaman seçimlere neden girildi? Demek ki, rejimin kuralsız dövüşeceği biliniyordu. Buna rağmen seçimler kabulleniliyordu ise, en azından CHP’nin buna göre bir örgütlenme modeli geliştirmiş olması gerekirdi. 

Şu tabii ileri sürülebilir: Bu seçimde yüzde 60’ı Erdoğan’a giden yurtdışı oylar ve yaklaşık yüzde 100’ü Erdoğan’a giden sığınmacı oyları olmasaydı, seçimler gene de kazanılabilecekti. Evet, durum bu kadar yakındı gerçekten. Peki ama, 21 yıllık yıpranmışlığın üzerine ciddi bir ekonomik bunalım ve deprem yükü gelen bir iktidarın böylesine başabaş bir yarış çıkarabilmesi az başarı mı olurdu?

Baskıcılığı artacak AKP/RTE rejimine karşı yeni bir örgütlenme modeli 

Hesaba katılması gereken bir yeni durum da var: Erdoğan ve rejimi, hiçbir seçimde bu seçimde olduğu kadar kendini tehdit altında hissetmemişti. Seçim sonuçları belli olduktan sonra görülen yandaş kutlamalarının AKP döneminde ilk kez bu kadar coşkulu ve kitlesel olmasının bir nedeni de bu. Diğeri ise, iktidar blokunun toplumun kılcal damarlarına kadar örgütlenmiş olmasının bir sonucu. Buradan belki erken bir sonuç da çıkarılabilir: Şimdiye kadar Erdoğan olmadan AKP’nin bir hiç olacağı söyleniyordu ve bu fikre ben de yakındım. Gene de Erdoğan’sız bir AKP’nin seçim başarısının pek parlak olmayacağı söylenebilir; ama birinci parti koltuğundan iner mi artık şüpheli. Şüpheli çünkü, AKP kendi ortalamasından daha dinci birtakım takviyelerle ve din-tarikat-sermaye-menfaat-sadakat örgütlenmesiyle ilerliyor ve devletin tüm askeri-sivil kurumlarını da bu uğurda emri altına alabiliyor.

Eğer CHP buna yanıt oluşturacak bir örgütlenmeyi karşılayamıyorsa, o zaman yeni bir siyasi hareket ve örgütlenme gerekiyor. Bu, CHP’yi de farklılaştıracak bir atılıma dönüşebilir ve dönüşmeli. Türkiye toplumu, AKP’nin “Mehdileştirilmiş” liderinin bu dünyadan göçmesine bağlı bir edilgenliğe mahkûm edilmeyecekse, emekçi sınıfların kültürel bağımlılıklarını dönüştürmeyi de gündemine alan yeni bir siyasi örgütlenmeye geçiş yapabilmelidir. 

O halde nasıl bir örgütlenme? Kestirme yoldan söyleyelim: Dinci rejimin/tarikatların tahakkümü altındaki işçi sınıfı katmanların karşısına artık beyaz yakalıları/aydınları değil, laikleşmiş/aydınlanmış/ sınıf mücadelesini benimsemiş işçi sınıfı katmanlarını çıkarmak gerekir. Bu da sermaye ile iyi geçinmeyi dengeli kitle politikası sanan “sosyal demokrat” anlayışlarla başarılamayacak bir şeydir.

2024 yerel seçimleri

28 Mayıs seçimleri sonuçları yanında 10 ay sonrasının yerel seçimleri de bugünkü siyasi gündemin başında yer alıyor. Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun büyük şehirlerin pek çoğunda önde gelmesi ve 2019’a kıyasla farkları birkaç puan daha açmış olması kuşkusuz önemlidir. Kuşkusuz bu aynı zamanda iktidar mahfilleri için de uyarıcı bir etkendir ve yeni desiselere hazırlanmanın işaretidir. İktidardakiler şimdi üzerlerindeki tehdidin yerel seçimlerde de sürebileceği ve İstanbul gibi bir rant merkezinin ve Ankara gibi bir siyasi yönetim karargahının bir daha yitirilmemesi gerektiğinden hareketle davranacak ve her düzlemde (tıpkı yaralı bir kaplan gibi) daha saldırgan bir tavır benimseyecektir. 

Bazı korkutucu rakiplerden, İstanbul’da İmamoğlu’ndan, Ankara’da Yavaş’tan kurtulmanın, yani onları bu seçimlerin dışında tutmanın düzenlerini şimdiden kurguladıklarına emin olabilirsiniz. Buna belediye başkanları üzerinde “görevden alma” baskısı da dahildir. Türkiye bundan böyle anti-demokratikliğini, hukuk ve Anayasa tanımazlığını meşrulaştırdığını ve bu yönleriyle ulusal/uluslararası kabul gördüğünü düşünen bir iktidarın yönetimi altındadır. Üzerinde ciddi bir iç ve dış baskı hissetmeyecektir. Artık ortada hukuk olmadığı ve iktidarın bundan sonra daha da pervasızlaşacağı ve bunun korkutucu olduğu açıktır. Buna direnmenin yolu da her halükârda seçim anında “sandıkların korunması” ile sınırlanamaz. Umalım ki muhalefet bunun bilincinde olarak örgütlenebilsin.

Ekonomide zor zamanlar

AKP’nin siyaseten bir Pirus zaferi elde ettiğine dair görüşlere katılamıyoruz. Bir bakıma biraz daha yıpranmış, ‘kendisinden daha radikal’ dinci partilere biraz daha mahkûm olmuş olabilir; ama sonuçta şimdiye kadar hep örtük ittifaklarla yoluna devam etti ve FETÖ ile olan koalisyonu daha az ürkütücü değildi. Şimdi de kendi yolundaki son engeli (birleşik muhalefeti) aşmayı başardı. 

Ancak Pirus zaferi belki ekonomi açısından dillendirilebilir. Hatta aslında ortada bir zafer dahi yoktur. AKP’nin 20 aydır uyguladığı zırva ekonomik politika külliyen çökmüştür. Bu konuda 28 Mayıs tarihli Birgün Pazar’da “Ekonomide hangi gelecek senaryoları?” başlığı altında genişçe yazdığım için kısa geçebilirim: Şu an öylesine bir ekonomide ve maliyede öylesine bir çöküntü yaşanmaktadır ki bunun sürdürülmesi olanağı dahi kalmamıştır. (Bu tam bir felaket olurdu). Daha önce 2018 ve 2020’de iki kez yaptığı gibi süper esnek ve pragmatik Erdoğan yeni bir geri dönüş için hazırlıklarını tamamlamış olmalıdır. Mehmet Şimşek türü liberal bir bürokrat/siyasetçi üzerinden yola devam etmesi beklenmelidir.

Kuşkusuz asıl mesele sınıfsaldır ve öyle kalmaya devam edecektir: AKP politikaları son 7 yılda gelir bölüşümünü kuvvetli bir biçimde sermaye lehine bükmüştür. Şimdi ortodoks neoliberal politikalara geçiş yapması halinde, yerel seçimlere kadar görece ılımlı ilerlese bile, emekçi sınıflara daha fazla yük bindirecek demektir. Kemerlerinde sıkılacak delik kalmamış olanları sınıfsal eksende örgütlemenin tam zamanıdır.