Uyumsuzluklar ve davranış bozuklukları da ilticanın soncu olarak ortaya çıkmaya başlarlar. Külliyen yalan!

Deliryum

Deliriyoruz vesselam. İçinde yaşadığımız toplumsal sistem sadece bedenimizi, sosyal ve ekonomik varoluşumuzu değil, bilişsel ve zihinsel bütünlüğümüzü de tehdit ediyor. Bir anlamda bu sisteme maruz kala kala deliriyoruz. Delilik mi? Orta çağda ermişlikle neredeyse eş anlamlıydı. Orta çağın karanlık dünyasında, ulaşılması zor gizlere ve bilgiye ancak ermişlerin ulaşabileceği, ermişliğin ise sıradan aklın ötesine geçebilme yetisine sahip olma anlamına geldiği varsayılırdı. Aklın ötesi ise aklı aşmak ve aklı bir kenara bırakmak olarak da anlamlandırılırdı. “Delilik” tam da bu nedenle ermişliğe erişmenin başka bir yolu gibi görünmekteydi.

Kapitalizm bu algıyı kökten bir şekilde değiştirdi. Öncelikle insanları çalışmanın yürüyen mekanizması ve işgücünün taşıyıcısı olarak kodlayan sistem bedeni ya da akli herhangi bir bozukluğun dışlanması, izole edilmesi gereken arazlar olduğu konusunda sabit fikirli hale geldi. İnsanın beden ve akıl sağlığını koruması insan olduğu için değil, çalışan ve işgücü harcayan olduğu için önemli hale geldi. Böylece “delilik” yüceltilen değil, kaçınılan ve aşağılanan bir durum haline geldi.

Yazıya başlarken bir açıklama yapalım. Burada delirmeyi kapitalizmin günlük yaşam pratiklerine ve dayatmalarına karşı yükseltilen her türden zihinsel ve mental isyan olarak algılıyoruz. Bu vahşi ve soysuz topluma uyum zorluğunun yarattığı mental bozuklukları delilik olarak adlandırmakla bu türden bozuklukları yaşayan kardeşlerimizi ya da onları tedavi etmeye çalışan meslek insanlarını aşağılamak gibi bir amacımız yok. Tam tersine biz kapitalist toplumun delirenlerini severiz. Asıl korkulması gerekenler akıl dışılığı ayan beyan ortaya çıkmış bu sistemi zihninde kolayca akılcılaştırabilen ve onunla mutlu olabilen aklıselimlerdir.
Delirmek deyince Cem Karaca’nın ünlü şarkısı gelir akla değil mi?

Günden güne ufalan ekmekler
Pasta yesin efendiler ama
Gaz tenekesi ile su kuyrukları
Ve bir başbuğun buyrukları
Başbuğun buyrukları

Beni siz delirttiniz evet
Evet, evet, evet
Siz delirttiniz beni, hiç kuşkum yok bundan eminim
Darılmaca yok ben bir deliyim ama beni siz delirttiniz
Beni siz delirttiniz

Bir kere önce şunu soralım: Psikopatolojinin sınırı nerede ve nasıl belirleniyor? Daha doğrusu zihinsel ve bilişsel bozukluklar kim tarafından, nasıl tanımlanıyor? (ısrarla herkesin kullandığı “ruhsal bozukluklar” terimini kullanmaktan çekiniyorum, nedeni malum). Bu alanın acemisi olarak araştırdım; aslında çok da araştırmadım çünkü hemen önüme çıktı. Efendim, psikopatolojik rahatsızlıkların tanı kriterleri ve yöntemleri için pek tabi ki çok sayıda standart var, ancak en bilineni Amerikan Psikiyatri Derneği’nin yayınladığı Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve istatistiksel El Kitabı (İngilizcesiyle Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, DSM); 2013 yılında en son versiyonunu, DSM-5’i çıkarmışlar.

Malum küresel sermayenin ve kapitalist devletlerin küresel kapitalizm içinde nasıl davranmaları gerektiğini büyük oranda Amerikalılar belirliyor. Şimdi kimin deli olduğuna da Amerikalıların karar verdiğini olduğunu öğrenmiş olduk.  

DSM-5 sahifelerce süren bir el kitabı. Her genel bozukluk tipi için bir bölüm ayrılmış (şizofreni, bipolar bozukluk…). Daha sonra her genel rahatsızlık /bozukluk başlığı altında o kategori içine giren bozukluklar için tanı kriterleri ve tanımlamalar verilmiş. Genel tanı kriterleri verildikten sonra o rahatsızlığa/bozukluğa sahip olduğunuza karar verilebilmesi için sizde bulunması gereken minimum semptom sayısı verilmiş (Örneğin A bölümündeki kriterlerden en az üçü, B bölümündeki tanı kriterlerinden en az dördü gibi falan).

Bu satırların yazarı yetişkin mental bozukluklarından bazıları için belirlenmiş tanı kriterleriyle kendi durumunu test etti. Sonuç ürkütücüydü neticede. Birkaç bozukluk için gerekli minimum kriter sayısını tutturmaktaydı en son baktığında. Dolaysıyla belirtelim; bu satırların yazarı da delirmiş olabilir.

Burası işin teknik bölümü. İlginç olanı ise çok sayıda bozukluk ve çok sayıda tanı kriteri olması. Eğer bu uzun liste gerçekten bağlayıcı ve doğru ise sokaktakilerin büyük bir bölümünün rüzgara karşı yürüdüklerini kabul etmemiz gerekir. Pek neden bu kadar uzun?

DSM’in tarihi aslında savaş sonrası kapitalizminin tarihinin yansımasıdır. DSM-1 1952 yılında yayınlandı. Her bir versiyon büyük bir eleştiri ve çok miktarda tepki çekti. Örneğin DSM-3’de dahil ilk versiyonlarda homoseksüellik bir tür cinsel yönelim bozukluğu olarak resmedildi. Hatta DSM-3 için yapılan konferanslardan biri bu nedenle aktivistler tarafından basıldı. DSM-3 ile ilgili diğer ilginç bir husus ise bu versiyonu kaleme alanların bazılarının ırkçılığı bir tür zihinsel bozukluk olarak kabul ettirme konusundaki ısrarlarıydı.

Tüm bunların yanında en önemli gelişme kuşkusuz DSM-1’den bu yana kabul edilmiş zihinsel ve bilişsel bozukluk sayısının giderek artmasıdır. Neden artıyor? Acaba bireyler ve toplumlar kapitalizm altında “delirmenin” yeni yollarını mı buluyorlar? Yoksa eskiden “normal” olarak kabul edilen bugün” anormal” ligine mi düşürülüyor. İkincisi daha olası gibi görünmektedir.

Mental rahatsızlıkların ve bozuklukların sayısı arttıkça bu konuda uzmanlaşmış hekimlerin ve bu rahatsızlıklara özel ilaçların sayıları da artmaktadır. Aşağıda bahsedilecek; bugün tüm dünyada doktorların reçetelendirdikleri ilaçlar içinde antidepresanlar üçüncü sıradadır. Bu gidişle ilk ikiye de girecekler gibi görünmektedir. Ayrıca psikopatolojiye yönelik meslekler hem giderek daha gözde hale geliyorlar, hem de yüksek meblağlarda para kazandırıyorlar. Küresel bir “delilik” endüstrisi doğmaktadır.

Örnek olsun diye verelim; ABD’de 2020 yılında son iki ayda toplam 20 milyon antidepresan reçete edilmiştir. Tüm yıl içinde demek ki yaklaşık 120 milyon kutu antidepresan satılmış demektir. Bir kutu antidepresanın satış fiyatı ise (çok kaba bir hesapla) 40 ile 50 dolar arasında olsa; bu 2020 yılında sadece ABD’de 4 milyar dolarlık antidepresanın satıldığına işaret edecektir.  İngiltere’de sadece 2016 yılında 216 milyon poundluk antidepresan satışı yapılmıştır. 2020 yılında yetişkin nüfusu yaklaşık 4 milyon Finalnadiya’da 400 bin yetişkin antidepresan kullandı. ABD ve İngiltere’de yetişkinlerde antidepresan kullanım oranı % 20’lere varmış durumda; ve bu oran sürekli artış gösteriyor. Diğer bir ifadeyle kapitalist alemin bu iki zengin ülkesinde her beş yetişkinden biri delirmiş durumda, aklıselim olanlar da büyük bir tehdit altında.

Aslında tüm bu “delilik” endüstrisinin başarısının bir bölümü de küresel ilaç devlerine ait. Eski tip antidepresanlar (Trisiklik antidepresanlar ve diğerleri) yan etkileri çok yüksek olan, ve insanın anasını ağlatan türden antidepresanlardı. Üstelik bağımlılık yaratma riskleri pek yüksekti. Dolayısıyla eski günlerde delirmek ile bağımlı hale gelmek aynı anlama geliyordu. Derken kâr açlıkları yüksek küresel ilaç devleri Seçici serotonin gerialım inhibitörü (SSRI) veya Serotonin- norepinefrin geri alım inhibitörleri (SNRI) içerikli antidepresanları piyasaya sürdüler. Bunlar eski tiplere göre hem daha az yan etkiye sahipler hem de bu yeni tip antidepresanların kullanımları daha az bağımlılık yapıyor. Bunların piyasaya çıkmasıyla birlikte antidepresan satışları ve kullanımı patladı. Şimdilerde büfelerde satılan çikletler gibi satılmaktalar. Artık “delilik” daha kolay ve daha sürdürülebilir bir durum haline geldi. Fakat laf aramızda kapitalizmi tebrik etmemiz gerekiyor değil mi? Önce delirtiyor, sonra da delirttiklerinden de kâr ediyor; müthiş.

Peki ama kim daha büyük bir hıza deliriyor? Bu sorunun cevabı için OECD sağlık veri tabanına bakalım. Bu veri tabanında ülkeler bin kişiye düşen günlük antidepresan kullanımı bazında birbirleriyle karşılaştırılmaktalar. Veriler (bazı ülkeler için bazı yılların verisinin eksik olmasına rağmen) 2000 ile 2020 arasında antidepresan kullanımının ne yönde değiştiğini göstermektedir; sizi merakta bırakmadan ekleyelim, bahsi geçen süre içinde veri tabanına dahil ülkelerin büyük bir çoğunluğunda antidepresan kullanımı üç katına çıkmış durumdadır. Türkiye için de veriler çok eksik; ancak 2008 yılında bin kişiye düşen antidepresan kullanımı sayısı 27,8 iken bu sayı 2019 yılında 44,2’ye çıkmış durumdadır. Başka ilginç bir gözlemi de ekleyelim; aslında kapitalizm için kötü bir gösterge bu aynı zamanda. Ülkelerin kişi başına gelirleri arttıkça bin kişiye düşen antidepresan sayısı da artmış. Kısacası zenginleştikçe daha fazla delirmişler. Listenin tepesinde 153,4 antidepresan ile İzlanda var, onu Portekiz (131) ve Avustralya (115) takip ediyorlar.  Bu arada sosyalizmi çökerten ve kapitalist restorasyonu hayata geçiren ülkelerde artış oranı çok yüksek; sosyalizme ihanet etmenin bedelini delirerek ödemişler.

Ancak yukarıdaki bir yargıyı biraz düzeltmemiz gerekir. Zenginleştikçe deliriyorlar demiştik; aslında eksik. Zenginleştikçe deliliklerini teşhis ettirmeleri daha olanaklı hale geliyor demek lazım. Aksi takdirde emekçilerin ve yoksulların delilikten azade oldukları gibi bir sonuç çıkar, ki bu yanlış bir sonuç olacaktır. Aslında bu eksik ve yanlış yorumu besleyen batı menşeli bazı çalışmalar da var. Örneğin ABD veya İngiltere için yapılan bazı çalışmalarda mental bozuklukların hangi sınıflarda yoğunlaştığına bakılmış. Sonuçta en üstteki servet ve mülk sahipleriyle (bu çalışmaların deyimiyle) orta sınıfların (bu “orta sınıf” terimini sevmediğimi bir kere daha belirteyim) delirmeye daha meyilli oldukları bulgulanmış. En zenginler daha fazla zenginleşemedikleri için, ortadakiler de her an en alta düşebilecekleri için deliriyorlarmış. Bu çalışmalardan alt sınıfların (kol emekçilerinin ve yoksulların) delirmeye karşı bağışıklık geliştirdikleri soncu çıkıyor dolaylı olarak. Yanlış. İki nedenle.

Birincisi alt sınıflar kapitalist toplumlarda genellikle kendi hallerine terk edilen sınıflardır. Onların fiziksel rahatsızlıkları bile zor göze batarken kimse dönüp de onların mental bozukluklarına kafayı takmaz. Bunu daha iyi anlatmak için sevgili kayınpederimin bir belirlemesini kullanayım izninizle.

Benim kayınpederim hoşsohbet, dürüst ve latifeşinas, birlikte zaman geçirmekten çok keyif alacağınız bir beyefendidir. Emekli ziraat mühendisi olan kayınpeder yedi çocuklu yoksul bir köylü aileden gelmektedir. Çocukluğu sefalet ve yoksunluk içinde geçmiştir. Bir gün eşim yoksunlukla geçen çocukluğundan dolayı ona şöyle bir soru sormuştu: “Baba hiç depresyona girmez miydiniz?” O da cevap vermişti: “Girerdik yavrum. Kimse umursamadığı için hemen geri çıkardık”.  Kimse umursamadığı için hemen geri çıkmak; işte emekçi ve yoksul sınıfların mental bozukluklar ile baş etme yollarını en iyi bu belirleme anlatmaktadır bana göre.

İkincisi ise kapitalist ülkelerde genelleşmiş sağlık sistemi kamusal mülkiyet altında olsa bile genellikle en zayıf halkası psikiyatridir. Kısacası bu türden rahatsızlıklar için bireyler genellikle kamusal hizmeti tercih etmek yerine özel muayenehaneleri tercih ederler (o da güçleri yetiyorsa tabi, bu yargının doğruluğunu test etmek için isterseniz Ankara’daki özel psikiyatri kliniklerine ya da özel muayenehanelere başvurabilirsiniz). Böylece fukaralar, emekçiler yüksek seans bedellerini ödeyemedikleri için kendi başlarına, kimsenin haberi olmadan, fark edilmeden delirirler. Çünkü açıktan ve tescilli delirebilmek için bile zengin olmak gerekir.

Neyse, şimdi öze dönelim. Gerçekten kapitalizmin psikopatolojik dinamikleri nelerdir? Malum burjuva sosyal bilimcileri ve psikologları mental bozuklukların önemli bir bölümünün çevreye uyum sağlayamayan, kapitalist topluma uyum sağlayamayan bireysel bilinçten türediğini vurgularlar. Böylece dışarısı akılcılaşırken bu uyumu kuramayan bireyin kendisi yavaş yavaş akıl dışına iltica etmeye başlar. Uyumsuzluklar ve davranış bozuklukları da ilticanın soncu olarak ortaya çıkmaya başlarlar. Külliyen yalan!

Öncelikle burjuva sosyal düşüncesinin sandığı gibi uyum sağlaması gereken bireyin bilinci değildir; bireyin bilinci eğilimsel olarak kamusallığa ve toplumsallığa yönelir. Bireysel bilinç, bireysel özelliklerin de katkısıyla, aslında kamusal ve toplumsal olarak belirlenir. Ancak pek tabi ki birey burada pasif bir alıcı değildir. Bireysel akıl burada kendi yorumunu da katarak kamusallık ve toplumsallık altında bireysel bilinci yeniden ve yeniden oluşturur. Ancak ya dışarıdaki sosyal çerçeve kamusallığı ve toplumsallığı budanarak akıl dışı bir yapılanmaya dönüştürülüyorsa? Kapitalizmin, sermayenin düzenin yaptığı budur. Sorun insanların bireysel bilinçlerinde değil, dış sosyal çevrededir. Kapitalizm akılcı olmayan bir sistemdir; şimdi kendi akıl dışılığına uyamayan bireyleri akılcılıktan sapmakla suçlamaktadır. Önce onları delirtmektedir, sonra onları delilikle suçlamaktadır.  

Kamusallığa ve toplumsallığa eğilimli bireyi yıpratıcı ve yalnızlaştırıcı bir rekabete iterseniz, aklı sistemden kovan bir sistemi bireyin aklında zorla, hem de tüm benliğine acı çektirerek akılcılaştırmaya çalışırsanız, onu insani her türlü erdemden feragat etmeye zorlarsanız, yoldaşı ve kardeşi olabileceklere karşı içine kin, haset ve fesat tohumları ekerseniz, abuk subuk monoton işlerde zorla bir ömür tükettirrirseniz, “insan” olmak yerine “sahip olmak”ı insani varoluşun tek şartı gibi dayatırsanız, birey ya delirir ya da isyan eder. Şimdilik delirmeyi seçiyor; isyan edeceği günler de yakındır.

Not: Girişteki tablo Edvard Munch’e ait “Kaygı” başlıklı tablodur. Çin Karakterli Bretton Woods yazısının devamı ve sonu haftaya…