Bu, zamanında bırakmasını bilemeyen bir siyasetçinin hazin öyküsüdür. Kuşkusuz benzeri başka öyküler de yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.

Bırakmasını bilmek

“Bırakmasını bilmek”, kişiler kadar tüzel yapılar için de geçerli. Ben burada siyaseti/siyasetçiyi örnek alacağım ama konu bu alanla sınırlı değil. Kamuoyunu etkileme gücüne sahip (yazılı, görsel, sosyal) medyayı ve medyada görev yapanları da ikinci sıraya koyardım. Köşe/yorum yazarları da öncelikle kapsanmalı elbette. Siyaseti ve gazeteciliği çıkar amaçlı yapanlar ise konumuz dışında. 

Baştan bir yanlış anlamayı da gidereyim. Konunun yaşla bir ilgisi genellikle yok. Gençliklerinde vasatlığı aşamayanların yaşlılıklarında da tecrübenin yardımıyla vasat-üstüne çıktıkları pek görülemiyor ne yazık ki. Dolayısıyla kimsenin yok yere alınmasına gerek yok. 

Hatta görevde kalış süresinin uzunluğu bile bir yere kadar gerekli olabilir. Ama uzun süre aynı konumlarda kalanlarda görülen görev körlüğünün ciddi bir sorun olduğunu bilerek davranmak gerekir. Hazırlığı doğru yapılmış gençleştirme veya taze kan taşıma operasyonlarından zarar gelmez.

Ecevit ve DSP Örneği

Benim derdim somut bir tarihi örnek üzerinden gitmek. Herkes istediği yere çekebilir, istediği sonucu çıkarabilir kuşkusuz. Somut örneğim Bülent Ecevit ve 1980’lerden itibaren kurup yönettiği Demokratik Sol Parti (DSP) olacak. 12 Eylül darbesinden sonra Ecevit’in tüm ısrarlara rağmen SODEP ve SHP’nin başına geçmeyi reddedip kendi partisini kurarak yola devam ettiği bilinen bir gerçek.

Peki, Ecevit bu yola girerken neyi farklı yapmaya çalışıyordu? Ecevit’in farkı, yönetim tarzındaydı: DSP’yi siyasi çekişmelerden arındırılmış bir aile partisi gibi yönetmek istiyordu ve bunu da sahiden gerçekleştirebildi. Ama bu yönetim tarzı çok ciddi bir zaafı da barındırıyordu: Kurumsallaşamamak. Bu nedenle de Ecevit sonrasına hiçbir kurumsal yapı kalamazdı ve öyle de oldu. Bu arada DSP’nin iç işleyişinin anti-demokratik olması yanında programı da SHP ve sonradan kurulan yeni CHP’nin programlarına göre çok daha içeriksiz bir yapıdaydı.

Ecevit siyasi olarak neyi hedefliyordu peki? Her düzen siyasetçisi gibi yeniden iktidara gelmeyi ve elbette yeniden Başbakan olmayı. Yolun sonunda bazı özel koşulların katkısıyla bunu da başaracaktı ama muhtemelen bu durum kendisi için dahi sürpriz olacaktı. Ecevit’in DSP hareketinin asıl varlık nedeni, eski partisinden gelen dava arkadaşlarıyla rekabet etmek, onların siyaset yaptığı partileri yenmekti. Bu bakımdan merkez-sol hareketi bölmenin sorumluluğunu taşımak gibi bir derdi hiç olmadı. 

1994 yerel seçimlerine üç parti (SHP-CHP-DSP) olarak katılmanın sorumluluğu en çok, ortak adaylarda uzlaşmaya yanaşmayan CHP ve DSP’nin omuzlarındaydı. Büyükşehirler Refah Partisi’ne ve ANAP’a kaybedilmişti. Yeni kurulan ve seçimlere katılarak kendini kanıtlamaya çalışan CHP, yanlışını en azından çabuk anladı ve 1995’te SHP ile CHP çatısı altında birleşme gerçekleştirilebildi. Ama DSP, Ankara’nın 1999’da da kaybedilmesinde başrolde olacaktı. Bu siyasi körlükler/nefretler sonucunda Başkent ve İstanbul çeyrek yüzyıl için dinci sağa teslim edilmiş olacaktı. Ecevit’in bu konuda bir sorumluluk duyduğuna, bir özeleştiri yaptığına dair sonradan hiçbir işaret alınamadı. Bu arada genel ve yerel seçimlerin birlikte yapıldığı 1999 genel seçimlerinden DSP birinci parti olarak çıkmış ve Ecevit 57. Hükümetin başbakanı olmuştu. DSP’nin seçimleri kazanmasında, seçimler öncesindeki üç aylık azınlık Ecevit Hükümeti döneminde ABD’nin Apo’nun yakalanmasını sağlayıp Türkiye’ye teslim etmesinin önemli rolü olmuştu. Ecevit, ABD’nin bu tavrını “anlayamadığını” sağlığında birkaç kez dile getirmişti. IMF ve DB’nin çok sert ve kapsamlı bir neoliberal dönüştürme programının kendisine yaptırılmasının nedenini kavrayabilmiş olsaydı, muhtemelen onu da anlamış olurdu.

57. Hükümetin (Mayıs 1999- Kasım 2002 arasındaki DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti) 9 Aralık 1999’da IMF’ye verdiği çok kapsamlı bir Niyet Mektubu ile başlatılan program, Nisan 1999 seçiminde CHP seçmeninin oylarını alarak iktidara gelmiş olan Ecevit’in, partisinin adında taşıdığı “sol” namına ne varsa silip süpüren azgın bir neoliberal programa tam teslimiyeti anlamındaydı. Bu programın “istikrar” ayağının Kasım 2001 ve Şubat 2002’de tökezlemesi sonrasında, DB’den ithal edilen bir başbakan yardımcısının (K. Derviş’in) Hükümete monte edilmesiyle yapısal dönüştürme programına kalındığı yerden devam edilecekti. Bu hükümetin de 2002’de Derviş’in de katıldığı bir darbeyle içten dağıtılması ve AKP’yi iktidara taşıyacak bir sürecin başlatılması, dış güçlerin salt seyirci olmadığı bir siyasi konjonktüre denk gelmekteydi.

Bazı Sonuçlar  

Ecevit’in 1980-2002 dönemi siyasi hayatı, keşke siyasete hiç dönmeseydi dedirtecek bir sorumsuzluklar zincirinden ibarettir. (Ecevit sayesinde milletvekilliği ve bakanlık yapmış olanlara bunu kuşkusuz anlatamazsınız). Üstelik Ecevit ve partisi dinci sağın iktidara taşınmasında birinci derecede rol oynamakla kalmamış, Türkiye tarihinin 24 Ocak Kararları ile birlikte en ağır ekonomik bağımlılık koşullarını getiren bir düzenlemeyi de yürürlüğe koymuştu. KİT’lerin haraç mezat satılması (veya satışa hazırlanması) onun döneminde uygulamaya sokulmuş, tarımda dünyada eşi benzeri bulunmayan kapsamda bir doğrudan destekleme modeli getirilmiş, tarım/çiftçi ve tarımsal kooperatifler devlet desteklerinden önemli ölçüde mahrum bırakılmış, 1970’lerde kazandığı “kooperatifçi Ecevit” sıfatını yerle bir edecek biçimde kooperatiflere karşı tavır alınmış, Haziran 2000’de çıkarılan Tarım Satış Kooperatif Birlikleri Kanunu’nun ilk taslağı DB tarafından hazırlanmıştı. 

Bu nedenlerle, keşke Ecevit 1970’lerdeki imajıyla hatırlanmayı tercih etmiş olsaydı denilebilir. Gerçi Küçükömerci tezlerin peşinden gitmesi bakımından (daha temel olarak da militan bir anti-komünizmi benimsemesi bakımından) bizim bu döneme ilişkin de ciddi eleştirilerimiz var; ama bu takıntıları o dönemde kalsaydı belki göze çok batmazdı. 

B. Ecevit sonrasında DSP’nin varlığını sürdürmesi de dramatik bir tarihi sapma olarak kaydedilmelidir. DSP’nin kaynaklarını tüketmek için çöreklenen bazı fırsatçılardan sonra şimdi de kendilerine siyasi ikbal arayanların elinde işin AKP övücülüğüne kadar varması, devrini tamamlamış siyasi yapıların da tarih sahnesinden zamanında çekilmesinin önemini göstermektedir.

B. Ecevit, 1960’lar ve 1970’lerde anlayabildiği bir dünyada siyaset yapmaya yönelmişti. CHP tarihine ilişkin olarak saplandığı liberal bakış açısının kendisine bir özgünlük kazandırdığını düşünüyordu. Kimileri de öyle algılıyordu gerçekten. Ama 1990’lardan itibaren siyasetin dinamizmini kavramakta güçlükler çekmeye başladı, eski dava arkadaşlarının siyaset yaptığı yapıları yok sayması hatta yokluğa itmek için elinden geleni yapması nedeniyle siyasi kutuplaşmaların doğasını kavramaktan uzaklaştı, kurumsallaşmaya karşı olduğu için yanlış adamların ve giderek dış güçlerin elinde oyuncak olabildi. 

Bu, zamanında bırakmasını bilemeyen bir siyasetçinin hazin öyküsüdür. Kuşkusuz benzeri başka öyküler de yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Bunlara önümüzdeki dönemde yeni hazin öykülerin eklenmemesi için biraz siyasi ferasete ihtiyaç duyulduğu günlere girilmektedir.