NATO’nun salt genişlemesi değil, varlığı bir dramdır ama benim bu hafta ele alacağım dram o değil.

'Bakınız, bu bir dramdır...'

İki yılı aşkın süredir köşe yazısı yazıyorum. İlk kez, bir yazının önce başlığı düştü aklıma. Hafta başından beri kafamda dönüp duruyor. Neredeyse uykumda bile tekrarlayacağım. Şimdi bu cümleyi size gönderip rahatlayacağım bir nevi.

Bu hafta başında neler olmuştu? 11-12 Temmuz NATO Vilnius Zirvesi gerçekleşmiş, Akepe Genel Başkanı İsveç’in NATO’ya katılımına konan engelin kaldırılacağını söyleyip muzaffer bir edayla Türkiye’ye dönmüştü. Vilnius Zirvesi’nin genel anlamdaki sonuçlarını ve dünyanın geleceğine olası olumsuz etkilerini  Erhan Nalçacı her zamanki ciddiyet ve titizliğiyle sıraladığı için oralara girmeyeceğim. Günlük gailelerine rağmen dünyayı takip etmekten caymayanların ve öğrenci veya akademisyen kimliğiyle uluslararası ilişkiler alanında ter dökenlerin mutlaka okumaları gereken o yazının linkini şuraya      koyuyorum.

NATO’nun salt genişlemesi değil, varlığı bir dramdır ama benim bu hafta ele alacağım dram o değil. Uzatmadan konuya girelim.

Erdoğan Vilnius’a gitmek üzere uçak filosunun başına geçmeden hemen önce bir açıklama yaptı ve özetle İsveç’in üyeliğine evet demek için Türkiye’ye AB kapısının açılması gerektiğini söyledi. Bu sözler gerek ABD ve Avrupa’da gerek Türkiye’de şaşkınlık yarattı. Batı cephesinde “ne alaka” tarzı yorumlar ağır basarken, Türkiye’deki muhalefet zokaya yakalanıp “AB için adalet, demokrasi, insan hakları vs lâzım” gibisinden söylenmeye başladı. Türkiye’nin “Yalan Rüzgârı” isimli Amerikan dizisinden daha inandırıcı olmayan AB macerasının en heyecanlı günlerinin şimdi gözden düşmüş kimi “TÜSİADperver” aktörleri de hemen ortalığa düşüp “Erdoğan yumuşayacak, Osman, Selahattin serbest kalacak” makamından fikir beyan etmeye başladılar. 

Batı cephesi “ne alaka” diyedursun Erdoğan Vilnius’ta yanılmıyorsam ikinci görüşmesini AB Konseyi Başkanı Charles Michel’le yaptı. Michel görüşme sonrasında AB Komisyonu’ndan Türkiye ile ilişkilerin mevcut durumuna ve işbirliği olanaklarına  dair bir rapor talep edeceğini açıkladı. Erdoğan da dönüşünde, danışmanı Kılıç’ın Brüksel’de AB yetkilileriyle bir dizi temasta bulunduğunu duyurdu.

Yazılarımın düzenli okuyucuları bilirler ki, Türkiye’yi 21 yıldır yöneten bu iktidara “şeytani zekâ” atfedenlerden olmadım hiç. Siyasal İslamcılık denen akımın kısıtlarını yaşayarak da öğrendiğim için bunun bilimsel olarak mümkün olabileceğine de inanmam zaten. Gelin görün ki, sizin gücünüzü veya zekânızı rakibinizin gücü veya zekâsı da belirliyor kimi zaman. Bu da bir nevi siyasi izafiyet kuramı. Çok laf cambazlığına da gerek yok, Erdoğan AB hamlesiyle hem Batıdaki sözde Türkiye uzmanlarına hem de Türkiye’deki sözde muhalefete şık bir çalım attı.

Daha önce çok yazdığım için ayrıntısına girmeyeceğim ama Erdoğan’ın önünde sonunda İsveç’in üyeliğine onay vereceği okuma yazması olan hiç kimse için sır değildi. Pazarlık edecek, elinden geldiğince masada oturacak ve o sırada kendisine ne gerekiyorsa onları alacak, sonra da en masraflı yatırımlarından biri olan Rende Binası aracılığıyla her ne aldıysa onu allayıp pullayıp kamuoyuna yedirecekti. Bu nedenle benim tahminim İsveç’e Vilnius’ta da onay vermeyip pazarlık sürecini biraz daha uzatacağı yönündeydi. Bu anlamda yanıldım çünkü onay verdi, yanılmadım çünkü İsveç Vilnius’ta üye yapılamadı ve “kısmetse çok yakında” tarzında bir yanıtla yetinmek zorunda kaldı.

Erdoğan’ın sözleri, kurduğu rejimde hiçbir önemi ve ağırlığı bulunmadığı gibi kimlerinin beklediğinin aksine tatile giren parlamentoyu karar mercii olarak işaret etmesi, yabancı ajanslara konuşan isimsiz Türk yetkililerinin konunun Ekim ayından önce TBMM gündemine gelmeyeceğini söylemeleri, kurgulanan oyunun ana hatlarını az çok gösteriyordu.

Heyhat, CHP’sinden finansçı fenomen profesöre kadar geniş bir kesim iktidara muhalif görünen ama düzene yandaş olduklarına kuşku bulunmayan medya mecralarında meseleyi her yönüyle yanlış yorumlamaya, abuk sabuk fikirler beyan etmeye devam ediyorlardı. Bunların birkaçını görünce aklıma geldi yazının başlığındaki cümle: “Bakınız, bu bir dramdır.”

Ülkenin siyasetçilerinin ve dış politika uzmanlarının ezici çoğunluğunun ekonomi politikten bihaber olmalarına kısmen alışıktım. Bu vesileyle kimi finansçı ve ekonomistlerin de aynı durumda olduklarına tanık oldum. Ülkenin sermaye sınıfı ve onunu iktidarı eliyle maddi anlamda yoksullaştırıldığının da farkındaydım ama fikri yoksullaşmanın vardığı seviyeye hayret ettim.

Muhalif siyasetçiler ve onların mahalle arkadaşları “uzmanlar” AB konusunu, sanki AB’nin böyle bir talebi varmış gibi “adalet, özgürlük, insan hakları” üzerinden okurken Erdoğan’ın hesabı bambaşkaydı. Göremediler ve “bakınız, bu bir dramdır” dedirttikleri gibi golü de yediler.

Erdoğan AB konusunu durup dururken açmadı. Şimşek ve Erkan’ı niçin getirdiyse, AB meselesini de o yüzden gündeme getirdi. Türkiye’nin uzun yıllar önce kapanan üyelik müzakere başlıklarının nesnel ve öznel bir dizi sebeple açılmayacağını elbette biliyordu. Kaldı ki ihtiyaç duyduğu da bu değildi. Akepe Türkiyesi’nin şu anda tek bir önceliği var. Ekonominin tekerini döndürmek için ihtiyaç duyulacak malî kaynağı bulmak. Seçim sürecinde ve öncesinde bilerek ve isteyerek kazdığı malî çukur kendisini yutmadan bunu hiç değilse nefes almasına, yani iktidarda kalmasına yetecek ölçüde kapatmak. Bunun için dış kaynağa ihtiyacı var.

Bu kaynağı bulabileceği odaklar belirli: Batı, Körfez, Çin. Rusya demeyin çünkü Rusya mali sermaye anlamında hesaba katılabilecek bir güç değil ve enerji alanında zaten gerekli kolaylıkları sağlıyor. Dönelim diğer üçüne. Çin Akepe yönetimiyle birçok iş yaptı, demiryolları başta olmak üzere kimi yatırımlara kredi de sağladı ancak kapsamlı bir mali yardıma sıcak bakmıyor. Bir anlamda tarzı da değil. Körfez ülkeleri son dönemde Erdoğan her sıkıştığında üç-beş milyar dolar gönderdiler ancak bu kez ihtiyaç çok büyük. Üstelik Körfez sermayesi büyük ölçüde Batı finans sistemiyle ilişkili hatta kimi fonları tamamıyla İngiliz ve ABD’li bankerlerin kontrolünde. Batı’ya geldik. İkiye ayırarak bakalım. Birincisi ABD. Öyle anlaşılıyor ki, ABD yönetimi, dış politikasını “batıcıllaştırmış” olan Akepe Türkiyesi’ne IMF’den 10-13 milyar seviyelerinde bir kaynak sağlama konusunda çaba gösterecek. Güzel ama yetmez. Batı’nın ikinci bacağı AB’nin ise Türkiye’ye sağlayabileceği mali olanaklar aslında dolaylı ama önemli. Biraz daha açalım.

Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin iki temel bacağı olduğunu, bunlardan birinin Gümrük birliği, ikincisinin Geri Kabul Anlaşması olduğunu biliyoruz. Erdoğan Başdanışmanı Kılıç’ı Brüksel’e boşuna göndermedi. Sonradan kendisinin de açıkladığı gibi Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisi konularında masaya oturmak istiyor. Unutmuş olabiliriz ama vize serbestisi aslında Geri Kabul Anlaşmasının Türk halkına yutturmak için uzaktan gösterilen bir havuçtu. Davutoğlu o müzakerelere başladığında ben Batı Avrupa’da yeterince uzun süre görev yapmış bir diplomattım ve vize serbestisinin asla çıkmayacağını adım ve soyadım kesinliğiyle biliyordum. Geri Kabul Anlaşması’nın malî hükümleri ve daha sonra gözlemlediğimiz ikincil faydaları daha cazip geldiği için Akepe o konuyu unutturarak imzayı bastı. Şimdi aynı konuda AB ile yeniden masaya oturmak istiyor. Vizeler kalksın diye mi? Hayır. Bu hiçbir şekilde mümkün değil. Akepe’nin niyeti Geri Kabul Anlaşması’nın mali hükümlerini revize ettirip hem biraz daha para koparmak hem de Türkiye’de yaşayanlara “AB’yle göçmen konusunu ve vize muafiyetini görüşüyoruz işte” başlıklı yeni bir masal anlatmak. Akepe bu masalı esasen Avrupa ve Türkiye sermayesinin çok arzu ettiği Gümrük Birliği’nin modernizasyonu müzakerelerini de AB’ne üyelik görüşmelerini yeniden başlattık hikayesiyle de zenginleştirecek. Durun daha bitmedi. Dış kaynak arayışındaki Akepe, AB ile iki konuda masaya oturmuş kardeş kardeş konuşuyor olması sayesinde uluslararası piyasalardan daha ucuza kaynak temin etme şansı da yakalayacak.

Bunların hepsini toplayın şimdi. Körfez, ABD, IMF ve AB ile bu aktörleri takip eden kutsal ineğimiz para piyasaları. Bunlar Akepe iktidarına nefes aldıracak kaynağı sağlayacaklar. Bu arada Türkiye halkının ümüğü itinayla sıkılacak. 

Bizim seyyitli, imamlı muhalefet de hâlâ “efenim, adaletin demokrasinin olmadığı yere yatırım gelmez, AB şey etmez” diye feryat edecek, kimi zeki çocuklar da bir yandan “yumuşama geliyor, Ahmet çıkacak, Mehmet özgürleşecek” bir yandan da “Avrasyacılıktan vazgeçtiğimiz için Rusya doğalgaz fiyatlarını da roketleyecek” gibisinden saçmalayacak. O arada Milliyetçi, Ulusalcı tayfa da sanki PKK ve Fethullahçılar esasen ABD ile iş tutmuyorlarmış gibi “İsveç de tam şey etmedi, Erdoğan’ın eli boş kaldı” filan diye halkı uyutmaya kalkışacaklar.

Sene olmuş 2023, Akepe iktidarının 21. yılı. Türkiye halkına sunulan muhalefet ve akademya manzarası bu. 

Bakınız bu bir dramdır ve biz bu dramı yaşamak zorunda değiliz.