Bumerang Rusya’ya doğru yola çıktı ve geri dönecek. Geri döndüğünde işçi sınıfını nasıl vuracağı tam kestirilemiyor. İlk emareler enerji alanında gelmeye başladı.

Avrupa’nın Rusya ambargosu bumerang etkisi yapabilir

Westworld (Batı Dünyası) dizisinde en çok etkilendiğim sahne buharlı trenin ekranda görünmesi ve kapitalist cehennmin yeni bir güne başlamasıydı; her gün biteviye kıyamet kopmasına rağmen, ertesi gün hayatın tekrar kurgulanabiliyor olması bize küçük ama muazzam bir gerçeklik sunar. Kapitalizm, bu küçük parça aralığından izleyiciye göz kırparak kendi toplumsal gerçekliğini dışa vurmaktaydı. Elbette seyirlik bir eğlence olarak bunun böyle algılanması izletici açısıdan mevzu dahi edilemez. Dizi ekseninden çıkacak olursak, gündelik hayatın eleştirisi işçi sınıfı için çok ama çok önemlidir. Kurgulanan kaosun dışına çıkmak ve yabancılaşmayı aşabilmek bu eleştiriye bağlıdır. Dünya berbat bir yerdir, biteviye bir kaos ve yıkım gerçekleşmektedir. Makro ölçekli yıkımları bir kenara bırakalım. Her gün gittiğimiz iş yerinde bir işçinin parçalanarak ölmesi, gündelik hayatın içerisindeki koşuşturmada unuttuğumuz gerçekliği bize yeniden hatırlatır; kapitalizm katıksız bir barbarlık düzenidir. Sokaklarımızın, oyun parklarımızın ve hatta okullarımızın güvende olduğunu varsayarak yaşamaya devam ederiz. Gerçekte böyle değildir ve işçi sınıfı ‘bir dakika neler oluyor’ demedikçe ya da ABD’deki gibi 14 yaşında bir çocuk otomatik silahla okul basmadıkça gündelik yaşamın ‘kurgulanan’ ağırlığı üzerinde yaşam mücadelesine ve yabancılaşmaya devam ederiz. 

Henri Lefebvre, hatırladığım kadarıyla ‘Gündelik Hayatın Eleştirisi’ isimli kitabında gündelik yaşamın akışına zarar veren iki önemli momentuma işaret eder. Hatırladığım kadarıyla diyorum, çünkü henüz kütüphanemi İrlanda’ya taşıyabilmiş değilim. Kapitalizmin normal işleyişini, yani yaşam rutinini/ritmini bozan şey savaşlar ve devrim dönemleridir.

Bazı şeylerin kitaplara bağlı kalınarak öğrenilmediği açık. Bu şekilde temel yöntem ve değerler öğrenilse dahi olayları doğrudan deneyimlemek geçmiş ve bugün arasındaki farkı test etmemize imkân veriyor. Rusya ve NATO geriliminde artık bazı şeyleri doğrudan deneyimliyoruz. Savaş propagandasıyla kitlelerin akıllarının nasıl devreden çıkarılabildiğine tanıklık ediyoruz. ABD ve Avrupa medyasını yönetenler açık açık küresel bir yıkım ve III. Dünya savaşı istiyor. Bu kanaate varmak için elimizde her türlü veri var. Ukrayna’nın hava sahasının NATO aracılığıyla kapatılması çağrısı delirmişçesine yapılıyor ve televizyonlar sosyal medyadan türeyen şu çağrıyı kitlelerin zihinlerine durmaksızın haykırıyor: ‘#ClosetheSkyoverUkraine’. Avrupa’da propaganda yağmurunun altında insanların kafkaesk bir dönüşüme zorlanışını acıyla seyrediyoruz...

Gündelik yaşam rutininin dışına çıkıyor, her zaman ince bir tül ile örtülü olan ırkçılığı dizginlerinden boşanırcasına bu rutinin içine boşaltıyoruz. Böyle bir iklimde Avrupa’da görüştüğüm yoldaşlarım ve dostlarımla rutinin içerisine karışabilmek için aynı şeyleri yaptığımızı fark ediyoruz. Mesele Afrikalılara, Orta Doğululara, Dostoyevski'ye ya da Tolstoy’a gelmeden kolay kolay öfkelenmemeye çalışıyoruz. Yine de insan kalabildiğimiz için ‘insanlığın sınırlarına’ dayanan kitlesel çıldırma haline karşı direnmeye çalışıyor ve alabildiğine öfkeleniyoruz. Bu yüzden artık insanlara neden öfkelenmedikleri için kızmalıyız.

Neden öfkelenmiyoruz?

Türkiye’de ayçiçek yağı dahi lüks tüketim sınıfına girmişken ne için dişlerimizi sıkıyoruz? Her şeyde rasyonalite aramaya şartlandırılmış zihnimiz, esasında katıksız bir irrasyonalite tarafından esir alınmış durumda. Elektrik faturaları ve pahalılık yüzünden sokağa çıkan, ses yükselten insanlar gündelik yaşamın akışına müdahale etmeye çalıştıkları için mi bize mantıklı/akılcı gelmiyor? Peki, gerçekten mantıksız olan şey nedir? Erdoğan’ın saray rejimine sormak gerekir, ülke işgal edilseydi tarımsal üretime ancak bu kadar zarar verilebilirdi. Şimdi, ülkeyi yağmalayan sermayedarlar kadim zeytin ağaçlarına göz dikmişler. Demek ki insanımıza zeytini ve yağını çok görüyorlar. 

Avrupa’dan başlayarak Türkiye’ye doğru yaklaşalım. Sovyetler Birliği'nin çökmüş olması ABD ve NATO’da ciddi bir güç zehirlenmesine yol açtı. Bu durum tıpkı bir kedinin aynaya baktığında yaşadığı kaplan sendromuna benziyor. Benzer bir şey usta stratejist ve taktik devi Putin için de söylenebilir. İç çelişkileri, derin kırılmalara gebe bir AB’yi tarihinde hiç olmadığı kadar birleştirdiği için büyük bir başarı sergiliyor Putin. 

Propaganda öyle bir noktaya ulaştı ki Avrupa/ABD toplumu ‘büyüklük’ psikozuna sokuldu. İrlanda başbakanı Micheál Martin, bazı noktalarda sakin olunması gerektiğini bile söylemek zorunda kaldı. Sonuçta bu yoğun propaganda karşısında kendisi de sakin kalamadı. Tüm bunlar yaşanırken savaş davulları çalınıyor, Rusya Büyükelçisi çoktan zihinlerde sınır dışı ediliyordu. İşte bu kendini büyük görme hali Avrupa’nın felaketi olabilir.

Haritalar amaçlanan gayeye göre çeşitli türlere ayrılır. Bu yazıda özellikle bir tür haritaya eğileceğim. Bu en önemli harita siyasi ve Avrupa dediğimiz şeyin ideolojisini temelde bu yapay haritanın sınırları belirliyor. ABD ve AB haritanın diğer ucuna karşı körleşmiş durumda. Bakın diyor, kırmızı görünen bölge biziz ve Rusya’yı kilitledik diyor. Güzel, haritanın Asya bölümüne, Afrika’ya ve Latin Amerika kısmına bakmamak da oldukça akıllıca. Irkçılık aklın iflasıdır ve bunu bugün doğrudan yaşıyoruz. Bu yüzden milletlerine en fazla ihanet eden aklı kıt milliyetçilerdir. Onların iktidarı tamamıyla kontrol ettiği toplumlar felaket yaşamaya ve yok olmaya yazgılıdır. Kapitalizmin tüm dünya toplumlarını sıkı sıkıya bağladığı bir dünya düzeninde ‘Ambargo’ kelimesi daha da fantastik bir hal alıyor.

Avrupa ahalisi yaptırımların Rusya’ya diz çöktüreceğini düşünürken ki bu gerçekten de olabilir; esasında zihnen kimin kazanacağı noktasından çıkmamız gerekiyor. Açık olan bir şey var ki emperyalizmin bu çekişmesinde yoksul emekçi halklar kaybediyor. ABD ve AB’nin yaptırımları tıpkı bir ‘bumeranga’ benziyor, bumerang Rusya’ya doğru yola çıktı ve geri dönecek. Geri döndüğünde işçi sınıfını nasıl vuracağı tam kestirilemiyor. İlk emareler enerji alanında gelmeye başladı. İrlanda’da petrol fiyatlarının hızla yükseleceği söyleniyor. Hali hazırda ısınma masrafları zaten artmış durumda. Aşağıda belirttiğim iki kaynak üzerinden bunu rahatlıkla teyit edebilirsiniz.

Evsizlik-konut krizi Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde herkesin canını yakarken, şimdi hepsini unutmuş gibiyiz. Bu durum savaşın işlevine dair bize bir şeyler anlatabilmeli. AB liderlerinin hepsi bu krizde alın teriyle para kazananlara fedakârlık yapmak zorundayız diyor. Kimin uğruna fedakârlık yapmalıyız? Bir avuç zengin uğruna. Konu evsizlere, işçilerin sosyal haklarına geldiğinde para yok diyenler, bugün savaş çıktığında milyarlarca Avroluk silahlanmayı rahatlıkla gündeme getirebiliyor. 

Türkiye’de de benzer bir durum var. Tek bir farkla, Avrupa’daki tablonun en ağırıyla yüzleşiyor Türkiye. Avupalı, Türkiye yaptırımlara neden katılmıyor diye haykırıyor, tüm olağanca cehaletiyle. Yunanistan başbakanı Kiriakos Miçotakis, zerre yüzü kızarmadan Türkiye’yi savaşın bir cephesi yapmaya çalışıyor. Ne hikmetse Yunanistan konusunu zerre sektirmeyen Türkiye’nin aklı kıt milliyetçilerinden çıt çıkmıyor. Hiç kimse (elbette sosyalistler hariç) Yunanistan-Türkiye arasındaki mülteci geri kabul anlaşması iptal edilsin demiyor. Akdeniz ve Ege denizini birer mülteci toplama kampına çevirenler, kapılarını kavruk tenlilere kapatırken beyazlara sonuna dek açıyor. Kapılar, savaştan ve emperyalist yıkımdan zarar gören tüm dünya halklarına ardına kadar açık olmalıdır. İnsanlıktan ancak o zaman bahsetmeye başlayabiliriz. Türkiye, mülteci meselesinde Avrupa’ya siper olurken kimse sormuyor ‘kardeşim biz sömürge ülkesi miyiz?’ diye. Ayrıca insanları gitmek istediklerı rotadan alıkoymak ‘uluslarası hukuka’ aykırıdır demek becerikli politikacılarımızın birinin bile aklına gelmiyor. Türkiye’nin makbul muhalefeti, bağımlılık ilişkilerimize atıf yaparak NATO’ya işaret ediyor. Anlaşılan o ki muhalefet sömürge ülkesi olduğumuz gerçeğine çoktan boyun eğmiş. Türkiye’nin televizyonları ve genel olarak medyası hiç tereddüt etmeden halka ihanet etmeye devam ediyor. Ülke neredeyse kıtlığın ve açlığın eşiğindeyken bir an olsun duraksamadan NATO propagandası ve savaş kışkırtıcılığı yapabiliyorlar. 8 Mart yaklaşırken, sözde vicdanlı rolü yapan medyamızın çapsız yorumcularının kafalarındaki Ukraynalı kadın imgesini ekranda dile getirmeleriyle birlikte yine insanlığa düşmanlıkta ABD’li ve Avrupalı meslektaşlarına parmak ısırtmayı başarabiliyorlar. Türkiye’yi savaşa kışkırtan ve NATO ekseninde pozisyon almaya zorlayan Türkiye medyası ne yapıyor? Vatana ihanet ediyor...

Kapitalizm artık içine girdiği krizi normal yollardan aşabilecekmiş gibi görünmüyor. Gündelik yaşamın rutini devrim ihtimali pahasına alabildiğine zorlanıyor. 

Yine de bu en karanlık anlarda gerçekten umuda ve aydınlığa çok yakın olabiliriz. Gündelik yaşamın yabancılaşmayı sürdüremeyecek kadar bozulması, işçi sınıfı için iyi şeylerin başlangıcı olabilir. Bu yeni başlangıca adım atabilmenin tek bir şartı var, işçi sınıfının kendi partisinde örgütlenmesi. I. Dünya Savaşını bu günlerde hiç olmadığı kadar hatırlıyoruz. Örgütsüzlük: savrulma ve düşünsel çürüme anlamına geliyor. Gerçekten de bugün, o yıllarda ‘barışı’ savunabilmenin ne kadar zor bir çaba olduğunu daha iyi anlıyoruz. İnsanlığı bu fırtınadan sağ salim çıkarabilmek için yeniden kol kola gelmek zorundayız.