Mustafa Hoş ile adalet arayışında geldiğimiz yeni 'eşik'i konuştuk: Türkiye’de bir mahkeme ilk defa adaletten kaçtı

Çorlu katliamının son duruşmasında, bir polis, kaybettiği evladı için adalet arayan anneye 'tabi, tabi bulursun' ya da 'daha çok beklersiniz' diyebildi. Kazada anne ve babasını kaybeden İsmail Kartal ise duruşma salonunun kapısında polisler tarafından dövüldü. Davranışlara sinmiş bu gaddarlığı gazeteci Mustafa Hoş ile konuştuk.

Hatice İkinci

“Bu ülkede hukuk ve adaletin konuşulacak, tartışılacak neyi kaldı” diyebilirsiniz. Bunu söylerken çok da haklı olabilirsiniz. Ancak, ülkede çoluğunun çocuğunun, yakının katilinin ya da büyük haksızlıkların peşini bırakmak istemeyen insanların sığınacağı tek mefhum, yine adalettir. Bu sebeple, adalet peşinden koşan insanlar adına, bu meseleyi konuşmaktan da tartışmaktan da sıkılmak gibi bir lüksümüz yoktur.

Aralarında çocukların da bulunduğu toplam 25 kişinin yaşamını yitirdiği, 400’ün üzerinde kişinin yaralandığı Çorlu tren katliamı davasının ilk duruşması geçtiğimiz hafta görüldü.

Ve ilk duruşma bize gösterdi ki, artık mahkeme salonlarında yepyeni bir eşiği de atlamış bulunuyoruz.

Mahkeme heyeti davadan çekilirken, kızı Bihter'in kaza anında üzerinde olan pantolonu ile mahkemeye gelen Zeliha Bilgin, “sanıkların kendisini gülümseyerek izlediğini” söyleyerek, sinir krizi geçirdi. Kazada anne ve babasını kaybeden İsmail Kartal polisler tarafından duruşma salonunun kapısında dövüldü. “Adalet istiyoruz” diye bağıran Oğuz Arda Sel’in annesi Mısra Öz Sel’i polis,  “daha çok beklersiniz” diye yanıtladı.

Hakimin, sanığın, polisin davranışlarına sinmiş tüm bu gaddarlığı ne açıklayabilir?

Bu ülkede gazeteciliğin yüz aklarından Mustafa Hoş’u en çok, Karaman'da 45 erkek öğrenciye tecavüz olayını tüm ayrıntısıyla gözler önüne serdiği  “Çığlık, Türkiye'yi Sarsan Ensar Vakası” isimli kitabıyla tanıdık. Recep Tayyip Erdoğan biyografisini anlattığı “Big Boss” adlı bir başka kitabı nedeniyle hapis cezasına çarptırıldı. Çorlu tren katliamını ilk gününden bu yana büyük bir titizlikle takip eden Hoş, topladığı tüm bilgileri “Ölüm Treni” başlıklı kitabıyla bizlere aktardı.

Mustafa Hoş ile bu hafta, adalet arayışında geldiğimiz yeni “eşik”i ve son duruşmanın detaylarını konuştuk.

Tüm bu ve benzeri mahkeme süreçlerindeki hakimlerin, savcıların ve polislerin genel ruh halini bir özetler misin? Siyasetten bağımsız soruyorum bunu, nasıl bir ruh haline sahipler?

Çok tartışılacak yanlarının olmasına rağmen önceden adliyeler bir şekilde hukukun işlediği yerlerdi. İşte yasalar var, suçlananlar var, suçlayanlar var, avukatlar var, gibi. Artık adliyeler tamamen bir siyasetin merkezi haline dönüşmüş durumda. Her adliye binası, bir siyasi partinin örgütü gibi işlev görüyor artık. Buralarda çalışanların ruh hali ve davranışları da buna yönelik artık.

Son Çorlu katliamı duruşmasında, bir polis, kaybettiği evladı için adalet arayan anneye “tabi, tabi bulursun” ya da “daha çok beklersiniz” diyebiliyor. Davranışlara sinmiş bu gaddarlığı sen nasıl açıklıyorsun?

Adliyelerde hak arayan herkesi iktidarla çatışan insanlar olarak görüyorlar. Adalet arayışıyla ilgili her mekanizmada, siyasi bir tavır, siyasi bir reflekse dönüşüyor davranışlar. Kim hak arama mücadelesi veriyorsa, onu suçlu olarak algılıyorlar. Bu ülkede sorunlar vardı, sosyal ve siyasi anlamda çok şeyler yaşandı belki ama adalet hiçbir zaman siyasi erkin yanında bu kadar açıkça tavır almamıştı. Bu sadece tepeden inme de olmuyor. Oralarda çalışan kamu görevlileri açısından da böyle bir duruma gelindi artık. Türkiye’de bir parti devleti var ve gücün etrafında toplanma ve o güce yaranma duygusu, bütün teamülleri, gelenekleri, kuralları, yasaları her şeyi yıkıp, geçiyor.

KAYGI VE PLANLAR UĞRUNA ADALET VE YASALAR YOK SAYILIYOR

Bunu sadece “güçten korkma” ve “yaranma duygusuyla” açıklayabilir miyiz? Bu durumu baya içselleştirmiş gibi görünüyorlar.

Aslında korkuyla yapsa, “korkudan kurtulduğunda doğruyu bulacak”, deriz. Ama hayır, daha hesaplı, planlı yapılıyor artık her şey. O yaranma duygusuyla, sürekli “ben bunu yaparsam neye yol açar, şunu yaparsam neye yol açar” gibi hesap yapılıyor. Bir tarafta kanun, anayasa var, diğer tarafta da hayatla ilgili gelecek kaygıları ve gelecek kariyer planları var. Çıkarılan sonuç ise, kaygı ve planlar uğruna adalet ve yasalarla ilgili her şeyin yok sayılması oluyor. Bence en korkutucusu da budur zaten. Bütün bu olan biteni, aslında böyle anlatınca daha iyi görebiliyoruz ve kavrayabiliyoruz. Bu, Türkiye adaleti açısından yeni bir durumdur.

Senin karşında çocuğunu kaybetmiş bir anne var, bu solcu bir öğrenci değil, eylem yapan işçi-memur değil, yani onlar açısından düzeni tehdit eden bir şey de yok ortada. Başka bir şey olmalı, tam olarak neyi içselleştirmiş olabilirler?

Bunlar paramiliter gibi davrandığı için yaptıklarını, ne olursa olsun bir tarafa koşulsuz bir şekilde hizmet olarak algılıyorlar. Yani, yasalar, kurumlar falan söz konusu bile değil. Etrafındaki herkesin kendisini gözlediğine inandığı için de, ne kadar çok yaranma duygusuyla hareket ederse, hizmet ettiği güce o kadar faydası olacağını düşünüyor. Yasayla, kurumlarla, geleneklerle ilgili olan her şeyin önü tıkanmaya başlıyor bu hizmet için. Yoksa bir polis memuru, evladını kaybetmiş bir anneyi, bir yandan tartaklarken bir yandan da “şov yapma” diye azarlayabilir mi?

BÜYÜK BİR GADDARLAŞMA VAR

Buna, yani o annenin şov yaptığına inanıyor gibi?

Doğrudan suçlu gibi görüyor zaten. Evladını kaybeden bir anneye empatisini yitirecek kadar büyük bir gaddarlaşma var. Bu gaddarlaşmayı anlamanın bir yolu yok aslında. Bir duvara dönüşüyorlar ve insani olan her şeyden süratle uzaklaşmaya başlıyorlar. Görev icabı vurmak, görev icabı saldırmak, aşırı güç kullanmak; bunlar zaten tartışılır kavramlarken, bu söylediğim ise artık bambaşka bir aşamaya geçtiğimizi gösteriyor.

Bence asıl kaybımız, ne siyasi, ne propaganda ne de işte belli kadrolar etrafında yaşanan sıkışma değil,  adalet duygusu ve vicdanın tamamen kaybedilmesiyle bu noktaya gelindi.

Vicdan duygusu da siyasetten bağımsız bir şey değil demek ki, o siyasetin vicdanı da budur belki?

Böyle de söylenebilir belki ama adalet duygusu ve vicdandan bu kadar uzaklaştığınız zaman da sosyal anlamda gerçeklik ve insani olanla, her şeyle bağınızı koparmaya başlıyorsunuz demektir. Bu ülkede çocuklara tecavüz edildi ve çocuklara tecavüz edilen bir yerde herkes sustu. Bunun daha ötesi olabilir mi? Ya da çocuğunu kaybetmiş bir anneyi miting meydanlarında yuhalatırsan, bunun bir süre sonra, çocuğu için adalet arayan anneye “şov yapma” diye saldırılmasına dönüşmesi kaçınılmaz olur.

Bunlar bir siyasetin adalet anlayışını gösterecek önemli örnekler, önemli donelerdir. Sonuçta bir toplumsal bütünlüğü sağlayacak olan ortak paydalardan, ortak hukuk ve adaletten uzaklaştığınızda, bütün bunların artık bir sonu yoktur. Vicdansızlığında sonu yoktur.

BU KADAR BÜYÜK VİCDANSIZLIKLA EMPATİ YAPMAK MÜMKÜN DEĞİL

İhmaller sonucu kaybettiği çocuğu için adalet arayan bir anneyi tartaklayan bir polisin temel motivasyonu ne olabilir mesela?

Aslına bakılırsa bu kadar büyük vicdansızlıkla benim empati yapmam mümkün değil. Bu benim empati yapamadığım ender durumlardan biridir mesela. Çorlu davasında, takip ettiğim ilk andan itibaren, bu gaddarlık, bu hoyratlık, bu vicdansızlık, bu adaletsizlik ve tüm bunların gün be gün katlandığını gördükçe, “acaba bunu nasıl yapıyor olabilirler” empatisini tamamen yitirdim. Bu davada, her konuda eşik atlanmaya başladığını görüyoruz zaten.

Son duruşmaya bakıyorsunuz; aileler, avukatlar ve gazeteciler var. Bunun dışında hiç kimse yok içeride ve herkes birbirini tanıyor. Bir yıl boyunca tüm bu insanlar hep bir aradaydı zaten. Dışarıdan birisi gelse ayrık otu gibi hemen belli olurdu orada. Ama görüyorsunuz Valiliğin açıklamasını, “marjinal gruplar vardı” diyebiliyor. Siyasi olarak, içlerinde daha öncesinden MHP’li olan var, muhafazakar yapısı daha güçlü olanlar var, sosyal demokratlar var. Hani, siyasi olarak ortak bir refleks geliştirebilecek durumda da değiller. Mahkeme salonunda kayıp yakınlarından biri geldi yanıma ve “hayatımda ilk defa mahkeme görüyorum, acaba nasıl oluyor” diye sordu. Bu insanların hemen hemen tamamı ilk kez karşılaşıyorlardı böyle bir mahkeme süreciyle.

Ama karşılaştıkları bu adaletsizlik ve vicdansızlık onları başka ortak bir yere taşımış artık. Hiç birisi facianın olduğu 8 Temmuz’daki insan değil artık. İnanılmaz bir değişim yaşıyorlar. Bir kere, hala büyük bir travma yaşıyorlar. Sadece çocuklarını, annelerini, babalarını kaybetme travması değil bu: “Bize, bunlar neden yapılıyor?” travması her şeyin önüne geçti onlar için. Bu insanlar daha şefkatli yaklaşıma mecbur olunan insanlardı.

Buna bir yanıt bulabiliyorlar mı peki, olanları anlayabiliyorlar mı?

Hayır tabii ki. Son duruşma sonrasında hepsini tek tek aradım, nasıl olduklarını öğrenmek için. Kendi görüntülerinin dehşetini yaşıyorlardı ve “ben bu hale nasıl geldim” diye soruyorlardı birbirlerine. Kendi görüntülerini inanamayarak izlediklerini söylüyorlardı. Plan yapsalar, oraya geldiğimizde şöyle şöyle davranacağız deselerdi bile, bu isyanı böyle yaşayamazlardı.

Dışarıda dayak yiyen İsmail Kartal, anne ve babasını kaybetti. İsmail’in hayatı tamamen değişti, 7 Temmuz’daki İsmail ile bugünkü İsmail arasında çok büyük bir fark var. Bu insan sonuçta o davanın en asli kişisi. Duruşma salonuna alınmadığı gibi bir de dışarıda dayak yiyor. Söylediği tek şey, “adalet yerini bulsun” ve siz bu adamı dövüyorsunuz.

Duruşma sırasında bu saldırı neden yaşandı?

Benim hissettiğim şu; davayı İstanbul dışına taşıyarak, gözden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Başından beri bunu yapmaya çalışıyorlardı aslında. Bir ihmalin üzerini örtmek için ve sorumluların ortaya çıkmaması için büyük bir çaba gösterirken son derece başarısız oldular, bir süre sonra da ellerine yüzlerine bulaştırmaya başladılar. Yani “bu kaza bir doğal afet sonucu yaşandı” deyip davanın üstünü tamamen kapatmayı amaçlarken, üstünü kapatamadıkları gibi bir de üstelik ellerine yüzlerine bulaştırmaya başladılar.

İçersi zaten çok küçük bir salondu. Çorlu tren katliamında 25 insan öldü, 430 yaralı var.Salon 120-130 kişilikti. Sadece kazadan zarar görenlerin toplamı beş yüz kişiyi buluyor. Ailelerin daha büyük bir salon talepleri de reddedildi. İnsanlar o salona sıkış tıkış dolduruldu. Sanıkların bulunduğu yer ise daha geniş ve daha konforluydu. Bilinçli yapılıp yapılmadığını bilemem ama oradaki görüntü, tren faciasından etkilenen insanlar yol boyunca da itilip kakılıp, bir psikolojik baskıya maruz bırakılırken, sanıkları ise bir de silahlı polisler koruyordu. Biliyorsunuz aslında mahkemelere silahlı polis giremez aslında. Bir de üstüne duruşma salonunun kapıları kilitlenince, tepkiler arttı tabi. Duruşma salonunun dışında kalanların içeriye girmek istemesi üzerine yaşandı polis saldırısı.

TCDD Genel Müdürü İsa Apaydın sahte delil üretmeye kalkıştı. Facianın ardından rayların üzerinde cesetler varken hat ulaşıma açılmaya çalışıldı, uluslararası anlaşmalardan doğacak zararları ödemek istemedikleri için. Bu zararın ödenmemesini, orada ölen insanların hayatından daha değerli buldular. Çimento insan hayatından daha değerli bulundu. Bu bir anlayıştır işte. Bu ülke tarihinde çok şey yaşandı. Ama insana karşı bu kadar gaddarlaşabilen, yabancılaşan bir siyasi dönem olmadı. Bence dünyada da yok.

Mahkemenin çekilmesi ne anlama geliyor?

Mahkemenin çekilme gerekçesini 2. Ağır Ceza Mahkemesi bile kabul etmedi. Adalet adına çok büyük bir utançtır bu. Ki mahkemeden çekilenler, yani mahkemeden kaçanlar bu davayı tekrar görmeye başlayacaklar, böyle bir durum çıkıyor ortaya.

Bizim anladığımız kaba saba anlamıyla kaçmak mıydı gerçekten mahkemenin yaptığı?

Tamamen kaçmaktı. Türkiye’de ilk defa bir mahkeme adaletten kaçtı. Ama kabul görmedi. Şimdi tekrar bir duruşma günü tespit edilecek ve aynı mahkeme davayı görecek.

Nasıl bir hava hakimdi duruşmada?

Sanıklar, silahlı polislerin arkasında, mahkeme tarafından korundukları duygusunu uyandırıyorlardı. Bunu mahkemedeki insanlardan korunmak anlamında söylemiyorum. Mahkeme salonunda, “biz, tren faciasında zarar gören ailelerin tarafında değil sanıkların tarafındayız” duygusu bir şekilde yaratılmıştı, öyle bir dizayn vardı. Bu zaten insanları çıldırttı. “Biz havasız bu yere tıkış tıkış doldurulurken, onları silahlı polisler niye koruyor?” diye sordular haklı olarak.

Bu adaletsizlik duygusu ailelerin yaslarını nasıl etkiliyor sence?

Çok büyük acılar çekiyor insanlar. Fakat, başından beri öyle ya da böyle adaleti sağlayacaklarına inanıyorlar. Bu davayı her bir kayıplarının vasiyetleri olarak görüyorlar. Bu yüzden de vazgeçmiyorlar ve vazgeçmeyecekler de. “Ben bu davadan vazgeçersem benim çocuğum, annem babam gerçekten ölecek” duygusu hakim her birine. Bu tip ihmaller sonucu kayıpların yaşandığı çok davaya şahit oldum ben ama Aladağ ve Çorlu bu anmamda çok farklıdır. Davalarını bir an olsun bile bırakmak istemiyor aileler, bununla yaşıyorlar. Aladağ’daki ailelerde de bu duygu hakimdi, bu yüzden mahkeme sonucunda nispeten az gibi görünen, ancak diğer davalara emsal olabilecek kararlar çıktı.

Bu dava nasıl seyredecek sence?

Bu dava sonucunda TCDD’nin başındaki ismin de diğer bürokratların da ve o demiryolu hattının açılması emrini verenlerin de mutlaka yargılanmasına kadar gidecek bu iş.

Böyle mi düşünüyorsun gerçekten?

Evet, tüm bu sorumlular aklanabilir, mahkemelerden bu haliyle sonuç almak çok zor olabilir ama zaman aşımsız bu davalar, Mutlaka adil bir mahkeme ve adil bir yargılama sonucunda, bunların tümünün adalet önüne çıkıp hesap vereceği bir gün gelecek. Ailelerde de güçlü olan duygu bu zaten. Bir gün olacak bu. Aileler buna inanıyorlar. Zaten bu sağlanmadan, başka hiçbir şekilde toplumsal ortak bir adalet ve vicdan duygusu güçlendirilemez, ister bu iktidarla olsun, ister gelecek yeni iktidarlarla, bu sağlanacak mutlaka.

İhmal ve siyasi kayırma gibi tüm benzer bu davalarda bazı özel örnekler öne çıktı, Rabia Naz, Şule Çet gibi.  Mahkemelerde yaşananlar, sorumlular ve suçlular ne kadar korunmaya çalışılırsa çalışılsın, toplum ikna olmuyor ve peşini bırakmıyor. Başta söylediklerine dönecek olursak, mahkemeler, hakimler, savcılar, polisler, gerçekten de yaptıklarıyla iktidarı koruyabiliyorlar mı?

Sadece lokal bir örnek verelim; çok güçlü olduğu Giresun Eynesil’de AKP seçimi kaybetti. Eynesil neresiydi, Rabia Naz’ın memleketi. Bundan daha çarpıcı bir örnek olabilir mi? O, son derece muhafazakar yapıya sahip olan Eynesil de bile Rabia naz cinayetinin hesabı sandıkta soruldu. Biz hepsini çok duyamıyoruz belki ama Türkiye’nin her yerinde, her an bu tip cinayetler ve adaletsizlikler yaşanıyor. Bu şekilde devam ederse, bu siyasetle hesaplaşmanın çok daha büyük ve kestirilemeyen sonuçları olacak. Bu siyasi iktidarın sonunu getirecek olan da bu adaletsizlik ve vicdansızlık olacak, göreceksiniz.

Söyleşiler bir yaz molası veriyor. 2 Eylül 2019 Pazartesi günü buluşmak üzere...