Tarihi ve mali bağlamında TVF

Öncelikle, Türkiye Varlık Fonu (TVF) ile Düyun-u Umumiye İdaresi (Genel Borçlar Yönetimi) arasında kurulan yerli-yersiz koşutluklar üzerine bazı saptamalar yapalım. Düyun-u Umumiye İdaresi (DUİ), Osmanlı'da 1854-1875 arasındaki dış borç alma serüveninin, borçların yüksek maliyeti ve yüksek bütçe açıkları nedeniyle ödenememesi üzerine ilan edilen moratoryum (mali iflas) sonucunda alacaklıların 1881 yılında kurduğu bir borç yönetimi İdaresiydi. Borçlanmak için değil, borç anaparalarını ve bunların katmerlenmiş borç faizlerini ödemek için kurulmuştu. TVF ise, şu aşamada esas olarak borçlanma olanaklarını arttırmak için kurulmaktadır. TVF, kuruluşu bakımından değil, icraatlarının sonucu bakımından (eğer birgün varlıkları borçlarını karşılayamazsa) bir mali iflasa katkı yapabilir. Tek başına bir moratoryum'a sebep olması beklenemez belki, ama AKP döneminde 130 milyardan 418 milyar dolara sıçrayan dış borçlara yapacağı ilaveler, kötüleşen mali/ekonomik tablolar eşliğinde, bardağı taşıran damla etkisi yaratabilir. IMF raporlarında Türkiye için yıllar sonra yeniden alıştırması yapılan kötü senaryo içinde (Bk. Korkut Boratav'ın 10 Şubat 2017 tarihli yazısı) bir dış borç konsolidasyonu/tahkimi (borçların yeniden yapılandırılması) seçeneğinin de açıkça dillendirilmeye başlanması bunun işaretidir.

Ama daha doğrudan bazı benzerlikler/devamlılıklar kurulamaz değildir. Maliye içinde maliye uygulaması Osmanlı'dan kalma bir hastalıktır. Vergi gelirlerinin borç servislerine karşılık gösterilmesi ve tahsilatın da alacaklıların devasa iltizam kuruluşu olan Düyun-u Umumiye'ye bırakılması dışa mali bağımlılığın uç örneklerinden biriydi. Bu sürece, başta demiryolları olmak üzere çeşitli altyapı yatırımlarının kilometre veya yolcu garantileriyle veya belirli varlıkların gelirlerinin tahsisiyle Yap-İşlet-Devret modeli içinde yabancı şirketlere sunulması da eşlik ediyordu.

Bunlar Cumhuriyet ile birlikte tarihe gömülmüştü. Mali bağımsızlık kaygılarıyla 1920'lerde yabancı şirketlerin devletleştirilmesi/millileştirilmesi için zayıf bütçe imkanlarının seferber edilmesi, DUİ'nin paralel maliye teşkilatı olmaktan çıkarılması bunun sonucuydu. (Bununla birlikte DUİ 1939'a kadar varlığını sürdürülecek, Osmanlı borçlarının ödenmesi genç Cumhuriyet'in sırtında kalacak; son taksit ödemesi de 1954 yılında gerçekleşecekti).

Şimdilerde AKP'nin "parantez" olarak nitelediği bu dönem, mali-ekonomik bağımsızlık bakımından gerçekten bir parantez olarak kalacaktır. 1950 sonrasının DP iktidarı döneminde, Osmanlı'da 21 yıl süren dış borç alma macerası 8 yıl içinde sonuca erdirilip 1958 yılında moratoryum ilan edilecektir. Alacaklılar Konsorsiyumu Türkiye'ye bir dizi koşul dayatacaktır. Tıpkı DUİ'nin modern maliye tekniklerini Osmanlı'ya öğretmesi gibi, bu Konsorsiyum'un da Türkiye'ye ekonomisini ve maliyesini planlamasını dayatması gibi olumlu sonuçları olacaktır. Ama bu aynı zamanda trajiktir de: 1930'larda kendi bağımsız iradesiyle bir planlı kalkınmaya girişen Türkiye Cumhuriyeti yönetimi, 1960'lardaki planlı döneme 1950'lerin sağ iktidarının oluşturduğu mali bağımlılık tablosu sonucunda zorlanacaktı.

Sağ iktidarların emperyalizmin mali baskılarına, dış ticarette ve sermaye hareketlerinde liberalleşme baskılarına dayanamayıp ülkeyi ağır bir bağımlılık tablosu içine sürüklemeye bu denli teşne oluşlarının yeni örneklerine Türkiye'de izleyen dönemlerde de devamlı tanık olunacaktır. 1945'ten sonra sahneye çıkarılacak IMF/DB ikizlerinin zorlamaları altında girilen en kapsamlı dönüştürme operasyonları, 1980'ler sonrasında ve 2000'lerden itibaren yaşanacaktır. 1998-2008 arası uygulanan IMF programının en uzun süreli ve sadık uygulayıcısı AKP iktidarı olacaktır. O kadar sadık ki, dış kaynaklara bağımlılık üzerinde dönen bu modeli 2008 sonrasında bile IMF'siz sürdürmeye devam edecektir. Kuşkusuz bu aynı zamanda bağımsız iktisat politikaları üretmeyi hiçbir zaman gündeminin başına yazmamış olan bir dinci-sağ iktidarın neoliberal politikalara seçeneksiz bir biçimde teslim olmasının da sonucudur.

Ama bunun, Özal'ın 1980'lerde  "alternatifi yok" çarpıtmasıyla  neoliberalizme tam angaje olmasından özde bir farkı yoktur. 1980'lerdeki sağ iktidarın bütçe içinde bütçe uygulamasının örneği Özal'ın bütçe dışında oluşturduğu "kamu özel fonları" sistemiydi. Bu sistemi bütçeyle ilişkilendirmek için 1992-2001 arasında bir "müşterek fon hesabı" oluşturulması gerekli olmuş, fonların nihai tasfiyesi ise hemen AKP öncesindeki dönemde -artık fonlar yüzünden ekonomiyi izleyememekten  yakınmaya başlayan- IMF programı marifetiyle olmuştu. Şimdi AKP iktidarını yeniden fon sevdası sarmış bulunuyor.

Bunu, Türkiye'nin özellikle neoliberal-dinci soslu sağ iktidarlarının, bütçe birliğinin dışına çıkışı, yasama denetiminden kaçışı simgeleyen paralel bütçeler veya harcama imkanları peşine düşmesi olarak kodlayabiliriz. Gerçi burada başka tarihi ülke örnekler de karşımıza çıkıyor. İkinci Dünya Savaşı'nda işbirlikçi Vichy Hükumeti Alman askeri birliklerinin harcamalarını Hazine özel hesapları üzerinden örtülü bir biçimde bütçe dışında tutmaya çalışmış ama bu uygulama bütçeyi giderek marjinalleştirmiştir. Savaş sonrası da fon uygulaması bir süre sürdürülünce fon sayısı 1947'de 400'ü bulmuştur. Bunların ilk tasfiyesi 1948/49'da gerçekleştirilmiş nihai tasfiyesi ise  ancak 1959'da başarılabilmiştir.

Ama Özal rejiminin bundan doğrudan feyiz alarak değil de, denetimden kaçan ve paraya doğrudan hükmetmek isteyen azgelişmiş-ülke sağ iktidarların genetik kodunu takip ettiğini düşünmek daha doğru olur. Kuşkusuz bu uygulama Türkiye'de Özal öncesinden de izler taşır ama çığrından çıkarılması kapkaççı kapitalizmin mimarı Özal ile birliktedir. (Aslında savaş, kriz gibi olağanüstü dönemlerin ürünüymüş gibi ortaya çıkan bütçe dışına kaçışlar, kapitalist birikim modelinin ve kapitalist devletin yönetim biçiminin önemli finansman ve müdahale araçlarından biri olarak da ortaya çıkmaktadır).

***

TVF, hem Özal döneminin fonlarından (borçlanmaya dayalı Kamu Ortaklığı Fonu kısmen hariç) hem de dünyadaki ulusal varlık/kalkınma fonları örneklerinden ayrılmaktadır. Temel ayrılık, bu örneklerde olduğu gibi kaynaklarının akım gelirlere değil, varlık transferlerine ve bunların rehni üzerinden sağlanacak borçlanmalara bağlı olmasıdır. Kuşkusuz elindeki varlıkların kiralanması, işletmelerinin/imtiyazlarının devredilmesi ve mülkiyetlerinin özelleştirilmesi üzerinden de gelir elde edebilecek bir esnekliğe sahip kılınmıştır. Ama 2008 sonrasının özelleştirmeyi gündemden uzaklaştıran süreğen kriz koşullarında, elde kalan varlıklar üzerinden yeni borçlanma kaynakları sağlamak en kolay ulaşılabilir alan olarak gözükmektedir.

Peki niçin bu kadar fazla kaynak ihtiyacı? Çünkü dünyada sermaye hareketlerinin gelişmekte olan ülkelerden çekilme eğiliminde olduğu bir konjonktürde, Türkiye gibi el parasıyla/tasarrufuyla ekonomisini döndürebilen bir ülkede yıllık 200 milyar doları aşan dış kaynak gereksinimi (dış borç geri ödemeleri+ cari açıklar + dışarıya sermaye çıkışları) karşılanmak durumundadır. Oysa, ekonomisinin kötü göstergeleri yanında, olumsuz siyasi gidişatı da hesaba katan uluslararası derecelendirme kuruluşlarının üçünün de Türkiye'nin kredi notunu "yatırım yapılamaz" ülke düzeyine düşürmesi nedeniyle, dış kaynak temini zorlaşmıştır/zorlaşacaktır. Öte yandan, FED'in faiz arttırımlarının neden olabileceği uluslararası finansman sıkışması için de önlem almak gerekmektedir. Şimdilik yapılan hazırlık, varlıkları rehin edip daha yüksek getiri sunarak finansman akışını sağlamaktır. ("En pahalı finansman bulunamayan finansmandır" mantığıyla).

TVF daha çok su kaldırır: Yeni varlık aktarımlarıyla şişirilmesine sınır konulmamıştır; tıpkı fon yönetiminin yetkilerine sınır konulmadığı gibi; sınır konulan tek alan, AKP iktidarından beklenebileceği gibi, fonun denetlenmesi alanıdır. Demek ki bundan sonra da TVF konusuna dönmemiz gerekecek.