Yapboz için birkaç parça daha

Önce, geçen Pazarı atlamamla ilgili bir açıklama: Malum, memleket dev adımlarla ilerliyor ve nerdeyse teknolojiyle yatar kalkar oldu. Ama, ne de olsa, gâvur icadı, ikide bir ve kimileyin de en olmadık zamanlarda arızalanıyor eh, hakkaten canla başla hizmet vermeye çalışan servis sunucularımız işi çözdüler çözmesine de, elden ne gelir, vakit Pazar günü öğle saatlerini bulmuştu.

Geçen Pazar için düşündüğüm yazı, önem verdiğim bir kitap ve yazarı ile ilgiliydi. Yine de vazgeçmiş değilim, sadece ertelemiş oldum. Bir aksilik olmazsa gelecek hafta yazmak niyetindeyim.

Yukarıda “yapboz” dediğimse, şu sıralar yaşları otuzu aşmış olanların çocukluklarında yaygınlaşmaya başlamış bir oyuncağın adıdır şimdi, hemen herkes “puzzle” diyor. “Ya Türkçe giderse?” biçiminde bir kitap başlığı gördüm yakınlarda, aklıma geliyor işte...

Bir yapbozun parçalarını yazalım bakalım. Çok yakın günlerden ve, olabildiğince, ekleme yapmadan.. İsteyen, çok değil, birkaç hafta kadar eskiye giderek pek çok parça daha çıkarabilir. Ya sadece buradakiler ya da o ekleneceklerle birlikte hepsi, belli bir düzende, hatta basbayağı rasgele yan yana getirildiğinde ortaya çıkacak resim, neyi anlatır? En sonda da tekrarlayacağımız soru budur.

* * *

TKP, geçen hafta sonu, “Barış Seferi” adını verdiği bir eylem düzenledi. Ülkenin pek çok bölgesinden kalkacak insanlar Hatay iline gidecek ve Suriye sınırında, savaş çığlıklarına karşı çıkarak barış istediklerini dile getireceklerdi. Kabinenin en çok konuşulan, en çok merak edilen üyesinin başında bulunduğu bakanlıkça her türlü engelleme girişimleri sergilendi. Kiralanmış otobüslerin trafikteki milyonlarca aracın büyük bölümünde bulunan eksikler bahane edilerek trafikten alıkonulmasından tutun, otobüsteki yolculara ilişkin bitip tükenmek bilmeyen bireysel suç kaydı taramalarına kadar tümü de demokrasinin eskiden beri keşfetmiş bulunduğu ve her zaman uyguladığı yöntem ve tekniklerdi. Her birinin, demokrasinin “mütemmim cüzü”, bütünleyici parçası, olduğu bir kez daha anlaşılmış oldu. Yoksa, olmadı mı?

Her neyse.

Aynı günlerde, Mustafa Kemal Erdemol’un Cumhuriyet gazetesinin manşete taşıdığı röportajını okuduk. Devlet ve hükümet tarafından Hatay ilimiz içinde kurulan sığınmacı kamplarında barındırılan Suriyeli gençlerle karşılaşıyorlar. Gençler “Bizler Özgür Suriye Ordusunun askerleriyiz. Her gün sınırı yasa dışı yollardan geçiyoruz. Orada çatışıp geri dönüyoruz.” diye açık açık anlatıyorlar.

* * *
Yapbozun elimdeki çok farklı bir başka parçası.

Bu parçayı sağlayan, eski dostlarımdan biri, şimdi soL’da yazmaya da başladı. Recep Adıgüzel, bu Salı, Zonguldak’taki bir sendika toplantısını anlatıyordu. Oradaki maden işçilerinin sendikası GMİS’in Amasra Şubesi yöneticileriyle yapılan bir toplantı. Amasralı işçiler, sendikalarının özel sektör işyerlerinde örgütlenmesine karşı çıkıyorlar. Karşı çıkışın altında yatanın, tek olmasa bile, insanın pek aklı almıyor çünkü, başka nedenler de vardır herhalde, ama besbelli nedenlerden birinin şu olduğu anlaşılıyor: Sendikanın Amasra şube başkanı özel işletmede çalışan işçilerin sayısının ileriki yıllarda kamu işyerlerinde çalışan işçilerden daha fazla olacağına işaretle, sendika şube yönetiminde zamanla özel işletmede çalışan işçilerin egemen olacağına vurgu yapıyor. Dolayısıyla, sendika genel merkezinin Amasra işçilerini sattığını iddia ediyor!

Bu bilgileri aktaran yazar devam etmiş: “(…) ben yaşamış olduğum yılların büyük çoğunluğunu işçi sınıfının hak alma mücadelesi ve sendikal çalışma içerisinde geçirmiş birisi olarak, arada bir bazı şube yöneticilerin rahatsızlık duyduğuna tanık olmakla birlikte, özellikle işçilerin, kendi sendikalarının almış olduğu özel sektörde örgütlenme kararına karşı çıktığına ilk kez tanık oluyorum! Üyesi olduğu sendikanın özel ve taşeron şirketlerde çalışan işçileri üye yaparak örgütlenme ve sendikal hareket içerisinde güçlenme çaba ve çalışmalarına karşı sendikalarına yürüyüş yaptığına ilk kez tanık oluyorum.”

Böyle yazmış Recep, ne yapsın! Şaşırmakta ve kızmakta haksız mı?

Ardından da noktayı koymuş:

“TTK’da çalışan maden işçileri, yasalara ve iş kanununa tabi sendikalı işçiler olacak!

Özel sektörde ve taşeron şirketlerde çalışan maden işçileri ise, yasal ve sendikal haklarından mahrum bırakılmış ve işverenin keyfi uygulamalarına mahkûm edilmiş köleler olacak!

Ben böyle işçi düşmanı bir solculuğu ve emek düşmanı gazeteciliği de anlayamam!!!

Ne yani?

TTK işçisi sendikalı olacak, özel sektör ve taşeron işçileri hep Harran’lı kalacak!

Öyle mi?”

* * *

ALTI BIÇAK DARBESİ

Altı bıçak darbesi
Her yıla bir tane

Kanayan
Et değil, tırnak değil.
Kaburgamın orta yeri
Şah damarım
Kaçamak uykularım
Korkularım
Umutlarım

Alın ödedim işte
Kışkırtılmış öfkeye
Verilen son kurbanım
Biz sermaye malıyız
Peşkeş çekin herkese

Bir çocuğun öfkesi öldürür mü insanı
Ölüm suskunluğumuzda saklı
Ölüm çaresizliğimizde.

Dr. Gültekin Karaca

Bu şiiri Sosyalistlerin Meclisi’ne bir elektronik posta iletisi olarak gönderen, şair arkadaşım, hem de doktor, Serdar Koç. Altındaki imzayı tanımıyorum. Ama, anlattıklarını tanımamak mümkün mü? “Bir çocuğun öfkesi öldürür mü insanı” demiş bu doktor da. İçini acıtıyor insanın. Bir de, bana, Rakel Dink’in, eşinin katledilişinin ardından düzenlenen kitle gösterisinde yaptığı konuşmayı. Bilgece sözlerle dolu bir konuşmaydı. En çok da, 17 yaşında bir çocuktan nasıl bir katil yarattık, sorusu akıllarda kalmıştı.

Toplumun çocuklardan katil yaratma konusundaki inanılmaz ve aynı ölçüde korkutucu yeteneği git gide yeni ürünler vermeye devam ediyor. Peki, doğru, itirazlar haklıdır, toplum değil, toplumsal düzen diyelim. Bu düzenin koruyucusu ve pekiştiricisi olan siyasal iktidarın çeşitli alanlardaki açılım ve dönüşüm süreçlerinden biri olarak “sağlıkta dönüşüm”, Tabipler Birliği’nin yerinde saptamasıyla, başlayıp süregiden şiddetin kaynakları arasındadır. Artık tabiplerini aşağılayan, söven, döven ve öldüren bir akım ortaya çıkmış bulunmaktadır. Gaziantep’te gencecik bir doktorun “altı bıçak darbesi” ile katledilişinin ertesi günü komşu il Kilis’te boy vermekte, bir sonraki gün, yüzlerce kilometre uzaktaki İstanbul’da “112 Acil”cilere saldırmakta, hemen sonraki günlerde Diyarbakır’da ve Van’da kendini gösterebilmektedir. Yüzü ve bedeni belirsiz, soyu sopu belli bir vahşet ipini koparmış yayılmaktadır sanki.

* * *

İnsanları sadece öldürmekle kalmıyor, öldürmediklerini de insanlıktan çıkartıyor bu toplum düzeltiyorum, toplumsal düzen. İşte, her gün pek çok benzerini bulabileceğimiz örneklerden sadece ikisi:

Yukarıda adı geçen, kabinenin en aranan üyesi, Erzurum’da kısa süre önce su bisikleti ile buza kesmiş gölete onarıma gönderilip çığıra çığıra, dona dona ve boğula boğula ölen elektrik şirketi işçilerinin köyüne taziye ziyaretine gidiyor. Dönüşünde komşu köyde yolunu kesen ahaliden 65’lik birine, sevindiğini kanıtlaması için ya takla atması ya oynaması gerektiğini söyleyince, ihtiyar köylü, takla atmayı gözü kesmediğinden olmalı, hemen devreye giriveren davulla zurnanın da yardımıyla, bir güzel oynuyor. Kabine üyesi ile yanındaki mülki erkân da çepük çalıp seyir bakıyorlar.

Bu olayı duymayan, hatta televizyon aracılığıyla, görmeyen ve yazmayan kalmadı. Böylece, adı geçen bakan, ününe ün katmış oldu. Ancak, benim üstünde durmak istediğim zat-ı devletleri değil, iş istemek niyetiyle devletlû yolu kesip oynayan/oynatılan gariban. İzleyen günlerde, medyadan layık olduğu ilgiyi de gördü doğrusu. Ama, sonradan, oğlu duruma el koyup bu yoğun ilgiyi engelliyesiymiş. Zaten, şöhretin tadı başka olsa bile, adamcağızın kendisi de şikayetçi: “Eskiden bana pala derlerdi, şimdi takla diyorlar!”

İkinci bir “insanlık hali” örneği de umrecilerden. Kutsal topraklara “kendi imkânlarıyla” umreye gidenlerden bazı yurttaşlarımız, çeşitli hastalıklara iyi geldiğinin hadislerde yeri olduğunu duyarak deve sütü ve idrarı içmişler. Yurda dönüşlerinde ciddi biçimde hastalananlar olmuş. İlgili uzman tabibin açıkladığına göre, bu yolla kapmış olabilecekleri virüsün ölüme yol açma olasılığı yüzde 35 kadarmış. Neyse ki, eski müftü, yeni CHP milletvekili yurttaşımız, “Böyle bir hadis var deniyorsa, hadis değil, uydurmadır. İçen de cahildir.” sözleriyle gerekli dinsel ve bilimsel eleştiriyi getirerek müminleri rahatlatmış.

* * *

Bu toplumsal düzen, yalnız insanları öldürmek ve insanlıktan çıkarmakla kalmıyor, insanların yarattıklarına da saldırıyor onları da tanınmaz hale getirmeye çabalıyor. Buna ilişkin son bir örnek, tiyatrodan geldi, biliniyor, ondan da çok söz edildi. Hazırlanan yönetmelikle İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarında, tiyatronun yönetimine ilişkin pek çok iş, bürokratların kararı olmadan yapılamaz hale getirilmek isteniyor. Bu tiyatronun içinden ve dışından pek çok tiyatro sanatçısı ile tiyatro dışından sanatçılar da duruma tepki gösteriyorlar. Bu tepkilerin artarak süreceğini ummak da aşırı iyimser bir beklenti gibi görünmüyor.

Benim takıldığım nokta ise şu: Tepkilerini dile getiren sanatçılarda, başka olaylarda birçok aydında görebildiğimiz bir yanılgının izleri fark ediliyor. Yapılanın, demokrasiyle bağdaşmadığını düşünüyor ve dile getiriyorlar. Oysa, bunlar, demokrasinin gereği ve ürünüdür. Nitekim, memleketimizin en demokrat yazarlarından, H. Uluengin ile E. Ardıç epey önceden, “Rosenbergler Ölmemeli” adlı oyun daha İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnedeyken, bu oyunun konusunu oluşturan olayın bir Bolşevik uydurması ve KGB komplosu olduğundan bahisle, belediye yönetiminin yapması gerekenleri, dolayısıyla yapacaklarını öngörmüşlerdi.

Gerçekten, “Rosenbergler Ölmemeli”yi sahneleyen bir tiyatroya demokrasinin tahammül göstermesinin de bir sınırı vardır çünkü, madem parayı veriyorsun, Rosenbergler ölmelidir.

* * *
Toplumsal düzen de toplum da yalnız insanlara ve onların yarattıklarına saldırmakla kalmıyor, insanlar tarafından yaratılmamış, onlara yaşama mekânı ve imkânı sunan doğayı da tanınmaz hale getiriyor ve yok ediyor. Buna ilişkin taze bir örnek de Burdur Gölü ile ilgili olarak geçen hafta gündeme geldi. soL’da Yusuf Yavuz imzası ile okuduğumuz bir haberden Burdur Gölü’nün pek kısa bir süre içinde tümüyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu öğrendik. Emekli bir orman fakültesi öğretim üyesi olan Profesör Kantarcı, orman alanlarında açılan taş ocaklarının Burdur Gölü Havzası’na vurulabilecek en yok edici darbe olduğunu ve taş ocaklarının yok ederek taş çölüne dönüştürdüğü alanda yeniden orman yetiştirmenin ve doğal ekosistemleri kurmanın mümkün olmadığının altını çizmiş. Burdur Gölü ile Havzası’nın korunmasının ancak doğal ekosistemlerin korunması ve geliştirilmesi ile mümkün olduğunu kaydeden Kantarcı, koruma ve geliştirme sürecinde havzada yaşayan halkın göç etmemesi için sulu tarımın geliştirilmesi ve tarımsal üretimin artırılması gerektiğini belirterek, “ancak sulama sistem ve yöntemlerinin geliştirilmesinde, göle akması gereken suyun israf edilmemesi son derece önemlidir. Burdur Gölü Havzası’ndaki insan etkisi gölü yok etme sürecine girmiştir. Eğer bu süreç önlenmezse, havza çölleşecektir. Bu hassas dengeyi yeniden sağlama sürecinde taş ocaklarının Burdur Gölü Havzası’nda yeri yoktur” demiş.

Bir de şunu ekliyor profesör: “Taş ocaklarından elde edilen kâr, ilgili firmanın geliridir. Bu kârdan devletin aldığı vergi yok edilen doğal yapıyı, o doğal yapıyı oluşturan ekosistemleri geri getiremez. Bu sebeple taş ocağı işletmesinde kamu yararı söz konusu değildir. Taş ocağından elde edilen gelirin tamamı harcansa, yok edilen doğayı geri getirmek mümkün değildir.”

* * *

Şimdi, bu parçaları alalım, görüntüyü zenginleştirmek için kolayca bulunabilecek başka parçaları da ekleyelim ve hepsini rasgele, nasıl denk geliyorsa öyle, yahut belli bir mantık çerçevesinde yan yana getirelim. Sonra, biraz geri çekilip, ortaya çıkan resme bakalım. Ne denebilir?
Denebileceklerin sayısı çok değil. Biri ve benim dediğimse şöyle: Daha fazla gecikecek olursak, elde ne insan kalacak, ne ondan işe yarar bir kültür ve ahlak mirası, ne de üzerinde yaşanabilecek bir doğa parçası.