Rezalete karşı sırtarmak

Liseli bir çocuk, 17 yaşında, okul kantinindeki kötü ve pahalı yiyecekleri yemeyi reddetmiş, birkaç arkadaşının da katılımıyla küçük çapta bir direniş örgütlenmiş, evlerinden peynir ekmek getirmişler, öğle yemeği paydosunda sınıflarında oturmuş onları yiyerek karınlarını doyurmaya çalışırlarken, beş altı kişi içeriye dalmışlar. Delikanlının anlatımlarından, o saldırganların ikisinin okul müdürü ve yardımcısı olduklarını anlıyoruz. Ötekilerin kimler olduğunu sonraya bırakalım ki, yazıya bir heyecan unsuru katmış olalım.

Vay sen nasıl okul kantininden yemezsin diyerek, o kantin de muhtemelen özelleştirilmiştir ya da okul yönetimince işletilmekle birlikle “müdebbir bir tüccar gibi” davranılarak satılan yiyeceklerin bozuk ve pahalı olmasına itina edilmektedir, çocukları derdest etmişler ve bütün bu olup biteni bizlere anlatan çocuk da okuldan atılmış. Ama, yine anlattığına göre, herhalde bir tür uzlaşma işareti olarak kendisini başka okula alma önerilerine yüz vermeyip kendi okulu bellediği yere dönmek için uğraşıyormuş.

Şimdi, az önce biraz heyecan unsuru katmak için kimliklerini yazmayı ertelediğimiz, sınıfa baskın veren okul yöneticilerinin yanındaki ötekilere gelelim. Meğer, ötekiler, sivil polismiş.

Buraya kadar dinleyip öğrendiklerimizden hemen çıkarılabilecek birkaç sonuç var.

Birincisi, çok korkuyorlar. Çocukların karnımız doymuyor, paramız da yetmiyor, bari evimizden üç beş bişey getirelim demeleri bile, onlar için “aman, n’oluyoruz, yıkılıyor muyuz, başlarını ezelim, yoksa onlar bizi ezecekler” tepkisine yol açabiliyor.

İkincisi, o kadar çok polis var ki, yıllar önce yazdığımız ikinci bir ordu yaratma tasarımına oldukça yaklaştıkları anlaşılıyor. Bunu, pirleri üstatları Özal’ın izinden giderek, onun hayranlarından müteveffa gazeteci Yavuz Gökmen’in bir özel söyleşiye atfen yazdığı “orduya karşı bir ikinci ordu yaratma” fantezisini, o sıralar bir fantezi gibi sözünü etmekle birlikte gerçekleşmesine yönelik adımları atıp arkasını getirdiği de bilinen düşüncesini izleyerek yapmış olduklarına ilişkin pek çok veri ortaya çıkmış durumda. Özal rahmetlik, zevceleri hanımefendi, kerimeleri küçük hanım ve mahdumları küçük beyler ile birlikte pek örnek bir müslüman olduğunu bildiğimize göre, böyle rahmetle anarak söyleyebiliriz, her ne kadar bu tahayyülünü asıl orduya karşı bir başka ordu olarak ortaya koymuşsa da, bunun kendi devri iktidarında sıkça yüz yüze geldiği konjonktürel sıkıntılardan kaynaklandığını, bugün için karşı değil ek bir ordu olarak asıl olanla yan yana işlev görmekte olduğunu saptayabiliyoruz. Hiç şüphesiz “münferit” bu olay da o pek çok verinin arasına katılabilir: Binlerle sayılabilen liselerden herhangi birindeki en masum bir itiraza karşı önce iki üç, sonra, çocuğun anlatımlarına göre, yedi sekiz sivil polis birden tahsis edilebiliyor. Ne de olsa, kaynakların ne kadar yeterli olduğu ve nasıl tahsis edildiği ile ilgili bir sorundur bu. Hangi taşı kaldırsak altından ilm-i iktisat çıkıyor mübarek!

Bütün bunları “merkez medya” diye tuhaf bir adlandırma ile anılmakta olan cenahtan yaygın bir televizyon kanalında gündeme getiren gazetecinin seçimi takdir edilebilir, olabilir, hatta kendisine uygun bir ödül de verilebilir. Ancak, bu tür olayları gülerek, eğlenerek, sırtararak anlatmak ve anlattırmak, kolay kolay bağışlanabilir bir tutum değildir.

Önceki cümlede ve başlıkta yer verilen “sırtarmak” sözcüğü, Ahmet Mithat Efendi soyundan geldiğimizi unutmadan ekleyelim, sırıtmak ya da dişlerini göstererek gülmek anlamını taşıyor. Türk Dil Kurumu’nun benim elimdeki on iki ciltlik Derleme Sözlüğü’nde verilen bilgilere göre, Yusufeli’nden Lâpseki’ye, Adana’dan Samsun’a, Şarkışla’dan Torbalı’ya kadar Anadolu’nun hemen her yanından bu anlamıyla derlenebilmiş bir sözcük. Bir de “karşı gelmek, direnmek” ve “kavgaya hazırlanmak” anlamlarının bulunduğu belirtiliyor ki, bunlardan ilkine sadece Ermenek’te, ikincisine de Bor ve Bodrum’da rastlandığı not edilmiş, dolayısıyla pek yaygın olmadığı sonucuna varılabilir. Ama, kısaca ve çocukluğumdan beri bildiğim kadarıyla, halkımızın cin ifrit olduğunda kullandığı bir sözcüktür, diyebilirim.

Halkımızın yolundan giderek, ey tuzu kuru gazeteciler, demek gerekiyor o halde, televizyoncular, şunlar bunlar, tuzu kuruluğunuzun ne kadar daha süreceği belli olmamakla birlikte, biraz edepli davranmanızda sayısız yarar vardır! Hem kendi iyiliğiniz için hem de yapıp ettiklerinizi izlemek gafletinde bulunanları zıvanadan çıkarmamak bakımından… Pek uzak olmayan geçmişteki siyasi parti reklamcılarının meşhur ettiği deyişle, hanginizin ne zaman “bir limon gibi sıkılıp atılacağınız” belli olmaz, o zaman nereye sığınacağınızı bilemezsiniz eski tantanalı günlerinize geri götürülmek için değil, kıyıma uğramış bir insan olarak sahiplenilmek için bile insanlara ihtiyacınız olacaktır. Sizi ilkesel olarak sahiplenmek gereğini duyacak insanlar açısından da bu sahiplenmeyi biraz olsun iç huzuru ile, utançtan yerin dibine girmeden yapabilmek gerekecektir o yüzden biraz daha edepli davranmanızda yarar vardır. Bir ölçüde olsun sergilenmesine aracılık ettiğiniz olayın gülmece konusu yapılacak yanları olabilir de, onu gülmece ustalarına bırakıp kemal-i ciddiyetle davranmak gerektiği, bu pek eski deyişin anlattığı ciddiyetin en ileri derecesini sergilemeniz bir yana, bir parça ciddi olmanızın beklenebileceği hiç mi aklınıza gelmiyor? Yoksa, yaptığınızdan, patronlarınızın ve onların dostlarıyla terbiyecilerinin hoşlanmayacakları olayları ve durumları gündeme getirmekten, daha yaparken korkuyor, pişmanlık duyuyorsunuz da işi sululuğa vurup af dilemiş mi oluyorsunuz?

Bir de, o 17 yaşındaki liseli çocuğun durumu var akıllara takılan. Bundan sonra başına neler gelir, bilinmez. Ailesinin, özellikle de ablasının kendisini yalnız bırakmadığı, anlattıklarından anlaşılıyor. Benim o çocuğumuzla ilgili kaygılarım çok olmakla ve hiç giderilmeden durmakla birlikte, bu ısrarla parlatılmış program sorumlusunun ne biçim gazetecilik yaptığını ortaya koyan bir başka davranışına daha değinmek yararlı olabilir: Genç çocuk, bir ara, basbayağı vurgulayarak anarşist olduğunu söyledi. Görüşmeyi yürüten gazeteci ise, bu sözcüğün nüfusun büyük çoğunluğu tarafından ve sadece bir “polisiye vak’a” olarak bilindiği bir ülkede, bunun üzerine gidip tek bir soru bile sormadı. Nasıl denirdi: İşte, azizim, böyle olur bizde gazeteci dediğin!

Günümüzün televizyon yıldızlarından biri olan bu kişinin yaptıklarını ve yapmadıklarını bir yana bırakıp olayın asıl kahramanı olan gence dönelim. Televizyon programında anarşist olduğunu bu kadar üstüne basarak söylediğine göre, iki olasılıktan söz edilebilir: Ya bu durum, bu eğilimdeki bir gencin böyle bir olayın kahramanı olarak kamuoyu önüne çıkmış olması, kırk yılda bir görülebilecek basit bir rastlantıdan ibarettir ya da ülkemizde bir anarşist damarın bir biçimde ortaya çıktığını ve sürdüğünü akla getirmek gerekmektedir. Bu ikincisinin kötü bir olasılık olmadığını sanıyorum. Ne kadar marjinal olursa olsun, belki de öyle değildir ve öyle olmaması aslında daha iyidir, bizimki gibi toplumsal mücadele geleneklerinde gerçek asiliklerin pek az bulunduğu bir ülkede bir anarşist damar varsa, orada sosyalist devrime doğru nesnel yönelişin birtakım belirtileri ortaya çıkmaya başlamış demektir daha düzgün bir anlatımla, ilkini, ikincisini mümkün kılacak bir nesnelliğin karmaşık öğeleri arasında düşünmekte büyük bir sakınca yoktur. Buna “züğürt tesellisi” diyecek olanlar çıkarsa, eyvallah, züğürt olmasına züğürdüz de teselliyi olmadık yerlerde aradığımızı kabul etmemiz mümkün değildir. Bizim tesellimiz devrimdedir ve ona yapılabilecek hiçbir katkının önünü kesmemek gerekecektir.

Bu dediğimiz, elbette, isyankâr çocuklarımızı çıkmaz sokaklara kaptırmamızı bağışlatmaz dolayısıyla, kaptırmamak için mücadele hiç ihmale gelmez.