Perestroyka mı ne soyka

Öyle görünse bile, başlığın bir yeniliği ya da özgünlüğü yok. Bundan aşağı yukarı otuz yıl kadar önce, perestroykanın bir soyka olduğunun tescillenişinin hemen ardından  yazdığım kısacık bir şiirin adıdır. Şiirin başlığı mı olur adı mı, o da ayrı, ama söze girerken öyle deyip geçmiş olalım.

Geçmeden önce bu “soyka” sözcüğünün kafiye bulmak için benim uydurduğum bir sözcük olmadığını belirtmem gerekiyor. Anadolu’nun birçok yöresinde, bazen “k” ünsüzü yerine “h” ünsüzü ile de söylenen bu sözcük, aşağılık, kötü, hayırsız, belalı sözcükleriyle de anlatılabilecek bir anlamda karşımıza çıkıyor. Örnek olsun, benim Sivas ve çevresinde doğup yetişmiş büyüklerim can sıkıcı, işe yaramaz, insanların başına dert açıcı kimseler, durumlar, hatta nesneler için “bırak şu soykayı” derlerdi. 

Şiirin yayımlanma tarihi yazılışından üçbeş yıl sonraya, 1995’in sonlarına rastlıyor. Sessiz Yürüyüş adını taşıyan, ne yazık, yıllardır halkımızın arayıp da çoktan tükenmiş olduğu için ulaşamamanın öfkesini, daha kırılgan olanların ise hüznünü duyduğu o ilk kitaptan alıyorum. Alırken de küçük bir ayraç açarak şunu ekliyorum: Bu son satırlar “kendimizle dalga geçme” faslındandır; malum, az bulunur bir erdem olduğunu yazmıştık geçen haftaların birinde. 

açılıp saçılalım 

bozulup kurulalım

falan filan derken

tek kurşun atmadan

teslim oldular

işin özeti bu

varsa tarihin de bir çöplüğü

şimdi orada olmalılar

özü de bu

Bu üç beş dizeyi, böyle de şiir mi olurmuş diyecekler için satırları diye düzeltelim, yazarken aklımda olan o anlı şanlı partinin onca destansı yılların ardından en sorumlu yerine getirdiği bir hain-i meşhur ve hempaları değildi sadece. Doğrudan doğruya sınıfın kendisi de, daha eskiden Rusya, sonraki uzun ve zaferlerle dolu yıllar boyunca Sovyet sıfatı ile andığımız proletarya ile onun öncüsü olduğu iddiasını pek çok kez kanıtlamış partisi de aklımdaydı. Ama zaman olarak çok fazla sıcağı sıcağına bir yakınlıktaydık ve onlara güvenimiz, yoksa açıklanması git gide güçleşmiş inancımız mı diyelim, hâlâ üst düzeydeydi. 

Bu inanç ve güvenin sarsılmasını haklı göstermenin yanı sıra gerekli kılacak pek çok işaret de yok değildi oysa. Aklıma hemen geliveren bir yaşanmışlığı yazabilirim. Daha yetmişinci yıldönümü günlerindeydik. Demek, yıl 1987, aylardan Kasım ve Büyük Ekim Devrimi’nin yetmişinci yıl kutlamalarına tanık olmaktayız. Pek az gecikmeli olarak Genel Sekreter’in  tarihsel olması beklenen, ama o beklentileri olumsuz yönde gerçekleştirdiğini sonradan anlayacağımız yetmişinci yıl nutkunu elde etmişiz ve bir an önce dilimize çevirip yayımlamaya çabalıyoruz. Gece vakti oturmuşuz, sabahlayacağız. Hep dostum, arkadaşım, yoldaşım Candan Baysan ile birlikte. Metni ikiye bölmüşüz, yan yana iki ayrı odada çalışıyoruz. Arada bir birbirimize sesleniyoruz:

“Dinle, bak, ne diyor? Bravo, olursa bu kadar olsun!”

Derken, bir başka sesleniş geliyor birimizden:

“İnsaf be, bu kadar da olmaz! Adam her şeyi satmış resmen.”  

İlkine benzer aşırı derecede olumlu denebilecek tepkiler, genellikle, içinde bulundukları duruma ilişkin, pek yerinde bulduğumuz eleştirel saptamalarıyla ilgili oluyordu. Bugünden bakınca “aşırı derecede olumlu” diyebiliyorum ama, o sıralar, epeydir çözücü ve sıçratıcı gelişmelerin ortaya çıkışını bekler ve bu yönde en küçük bir işareti bile coşkuyla karşılar durumdaydık. Bana hep küçümseyici, hatta yaratılışı için anlatılması çok güç bir emek ve özveriyle çaba gösterenleri aşağılayıcı bir anlamı sezdirdiği için kullanmaktan kaçındığım “reel sosyalizm” deyişi yerine uydurduğum deyişle “kurulabilen sosyalizm”in çok ciddi sorunlarla karşılaştığının üç aşağı beş yukarı farkındaydık ve bu farkındalık, ne yazık mı demeli, bizim hem gerçekçilikten uzak beklentilere kapılmamıza hem de olup bitenleri çok iyimser bir bakışla algılamamıza yol açıyordu. 

Yukarıda nasıl sözcüklere döktüğümüzü aktarmaya çalıştığım tepkilerimizin ikincisi ise  emperyalistlerle barış ve işbirliği imkânlarının aranıp bulunmasını örtük olarak, hatta yer yer açıkça öngören satırlarla karşılaştığımızda söylediklerimizin örneklerinden. Sonuç olarak ve kısacası, eklektik demenin yetmediği, doğrularla yanlışların rasgele, rasgele de sayılmaz, basbayağı bağışlanmaz yanlışların ağır bastığı bir biçimde çorba edildiği bir metinle uğraştığımız kanısına ulaşmıştık. 

İyi de, zamanı mı şimdi bu sözlerin, ilenmelerin, yazıklanmaların, anı kırıntılarının, şunun bunun? Aradan onca zaman geçmiş ve o topraklarda yaşananların diriltici bir iz bıraktığını gösterebilecek herhangi bir yeniden canlanma belirtisi ortaya çıkmamışken… Üstelik ülkemizde karanlık ile aydınlığın, çaresizlik ile umudun birinciler lehine bulamaca dönüştürülmesi yaşanıp gitmekteyken, bu sözlerle anlatılabilecek bir durum düpedüz kalıcılık görünümü kazanmaya yüz tutmuşken…

Bana sorulursa, zamanıdır. Ayrıca, son paragraftaki soru işaretleri de, herkesin aklına gelebilir varsayımıyla olsa bile, benim tarafımdan ortaya atıldığına ve hemen şu anda başka kimsenin yanıtlaması da mümkün  olmadığına göre, neden zamanı olduğunu açıklamak da yazana düşer.

Zamanıdır; çünkü, birincisi, zamanlı zamansız, güncel güncel değil ayrımı sık sık önemli ile önemsizi ayırt etmek için yapılabiliyor ve çoğu kez de yanılgıya yol açıyor; asıl önemli olanın gözden kaçırılması ile sonuçlanabiliyor. İkincisi ve ilkinin nedeni, güncellik kendiliğinden ortaya çıkmıyor, bu anlamda bir nesnellik taşımıyor; egemenlerin öznel amaç ya da niyetlerine uygun olarak kurgulanıp yaygınlaştırılıyor. Dolayısıyla, öyle bir güncelliğin ardından gitmek, göz göre göre onu kurgulayanların tuzağına düşmek oluyor.

Oysa, toplumsal hayatın hemen hemen bütün alanlarında geçerli olan bir sınıfsal görelilikten söz etmek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında, herkes için, ülkenin ve toplumun tümü için güncel olduğu ileri sürülen sorunların, sıkıntıların, güçlüklerin çoğunun aslında öyle bir öncelik ve ivedilik taşımadığı, hele onlardan kurtulmanın yolu olarak ileri sürülen, konuşulan, konuşturulan çözümlerin neredeyse hiçbirinin emekçiler sınıfı için geçerli ya da gerekli olmadığı görülebilir.

Buna karşılık, az önce “zamanı mı” diye kendimize bir irdeleme sorusu yönelttiğimiz konu ya da sorun, başka hiçbir konuyla karşılaştırılamayacak kadar önem ve öncelik, dolayısıyla güncellik taşıyor. O da emekçilerin, hayatlarını sürdürebilmek için emek güçlerinden başka hiçbir araçları, dayanakları, tutunacak dalları bulunmayan çok büyük sayılardaki insanlardan oluşan sınıfın toplumu yönetme gücü anlamındaki siyasal iktidarı kendi ellerine almasıdır. Bunun nasıl, ne zaman, hangi mümkün ve muhtemel kolaylıklar ve zorluklarla gerçekleşebileceğidir; bu gerçekleşmenin hemen ardından gelecek en güncel sorun ise elde edilen iktidarı korumak ve yepyeni bir toplumsal düzeni yaratmak olacaktır. 

Bundan daha güncel, bundan daha önemli ve öncelikli bir sorun yoktur. Var olanları, daha doğrusu, var görünenleri bu birincil sorun ile bağlantıları ve onun çözümüne katkıları açısından değerlendirmek gerekir. Bu tür değerlendirmeler, özellikle toplumsal mücadelenin nesnel ve öznel olarak öncüsü konumundakilerin bir alışkanlığına, edinilmiş bir düşünme ve davranma refleksine dönüşmelidir. Yoksa, bırakalım devrimi, iktidarı, toplumsal kurtuluşu, çok önemli, öncelikli, güncel olduğu sanılan hiçbir konuda gerçekten ilerletici adımlar atmak da mümkün değildir.