“Memlekette iyi şeyler de oluyor” mu?

​Oluyordur herhalde. Neden olmasın?

Ama böyle diyebilmek için birkaç durumun ya da onlardan hiç değilse birinin varlığı gerekir.

Bunlardan biri, “memleket” derken anlatılmak istenendir. “Nerelisin?” sorusuna yanıt olarak adı verilen bir yöre, il, ilçe ise söylenen, olabilir, orada “iyi şeyler” de ara sıra, hatta küçümsenmeyecek bir sıklıkla gerçekleşiyor olabilir. Kapsama alanı daraltıldığı için, bir; bir de konuşan kendi doğup büyüdüğü, genellikle de hâlâ ilişkilerini sürdürdüğü için az çok güvenilir bilgilere dayanarak konuşma şansına sahiptir ve o yörede, ilde, ilçede iyi denebilecek şeylere de rastlandığını bir doğru olarak kabul edebiliriz.

İyi şeyler de olduğunu kabullenmenin ya da varsaymanın bir başka önkoşulu, “iyi şeyler” derken biraz, birazdan da fazla, kanaatkâr olmaktır. Sözgelimi, tıklım tıklım bir toplu taşıma aracında ilerlemeye çalışırken, bir mekâna girip çıkarken, daha önce oralarda toplanmış insanlara yönelik izin isteme, selamlaşma, iyi dilekler belirtme türünden davranış alışkanlıklarının belli bir cömertlik ve içtenlikle sergilenmesini yeterli bulmak.. Yeterli denemese de hiç yoktan iyi saymak… Bunları ve benzerlerini halkımızın her halkta kolay kolay rastlanmayan üstün özelliklerinin belirtileri arasına katmak…

Uzatılabilir. Uzattıkça da değişik durumları ve iyilik örneklerini o kadar da kötümser olmamanın gerekçeleri olarak kabullenip biraz rahatlama sağlanabilir. Çok uzun süredir dillere dolanıp artık asap bozucu bir klişeye dönüştürülmüş “enseyi karartmayalım” öğüdünde karar kılınabilir. Kılınabilir kılınmasında da, öyle yapmamakta yarar var; çünkü, o asabı bozulanlardan gelebilecek tepkilerin şiddetini kestirmek pek de kolay değildir.

Öyleyse, uzatmadan bir ara özete ulaşılarak, iyi şeyler de olduğu şu tür durumlar için doğru kabul edilebilir.

Birincisi, doğanın biz insanlara sunduğu iyilikler vardır. Örneğin, her sabah güneş doğar. Bu iyidir; ama bunda bizim herhangi bir katkımız olmadığı gibi, bu iyiliğin gerçekleşmesini önlemeye yetecek, bilinen hiçbir güç de yoktur.

İkincisi, emekçiler insanlık için hayatlarını sürdürmelerini sağlayacak bir yığın ürün üretirler. Bu da iyidir; ne kadar iyi üretildikleri ile ne kadar erişilebilir oldukları ise ayrı bir konudur ve bunda sorumluluğun pek azı onlarda pek çoğu onlara hükmedenlerdedir.

Üçüncüsü, yine emekçilerin iyilikleri çoğaltıcı, kötülerle kötülükleri silip süpürücü güç ve eğilimlerini harekete geçirdikleri durumlardır.

Dördüncüsü, tümüyle rastlantılara bağlı olarak da birtakım iyi şeyler ortaya çıkabilir.

Hepsi bu kadar ya da hemen hemen bu kadar.

Bunları yazıp giderken, olağanüstü boyutlara vardığı hemen her zaman diliminde, her olayda, her durumda gözlenebilen bozulmanın “halkımız”da hiçbir olumlu özellik bırakmadığını söylemenin, bunu söylemek biraz cesaret işidir de, düşünmenin diyelim, kesinlikle yanıltıcı olduğunu eklemeden geçemeyiz. Nedeni, az önceki “cesaret işi” deyişinde saklıdır. O kadar ileri gitmenin cesaret işi olması, karşılaşılabilecek tepkilerle ilgili değil. Daha doğrusu, bir tepkiden söz edilebilir de o tepki dışarıdan gelmez, kendimizde ortaya çıkar. Öyle ya, “halkımız” dediğimiz, böyle diye diye övgüler düzdüğümüz, ağıtlar yaktığımız, yeminler ettiğimiz onca kirlenmiş, onca yozlaşmış, onca iflah olmazlaşmış ise ne ile, neden ve nasıl uğraşılacak? Daha da önemlisi, kimlerle birlikte uğraşılacak? Yalnız başımıza mı kötülükleri silip süpüreceğiz?

Demek, daha somutlaştırılarak dile getirildiğinde, emekçi halkımızda her türlü cahilleştirmeye, soysuzlaştırmaya, sürüleştirmeye rağmen, dönüştürülemez bir kötülüğün yaratılamadığı, bunun imkânsızlığı, sarsılmaz bir inanç olarak kenarda, kenarda değil, merkezde bir yerde durmak zorundadır. Buradaki sarsılmaz nitelemesinin yerine varsayımsal sözcüğünü koymak da mümkündür; daha az duygusal, daha serinkanlı bir anlatım olduğu düşünülebilir.

Biraz daha farklı söylenirse, emekçi halkımızın, onun önemli bir kesiminin, hiçbir saldırı altında yok edilemeyen, köküyle sökülüp atılamayan iyilikleri, iyilik üreticisi özellikleri olduğu kabul edilmeden girişilecek kavgada inat etmek kolay olmaz; olan da keçininkine benzer bir inat olur ki onun da, eninde sonunda, götürülüp kesilmekten kurtaran bir sonuç verdiği görülmemiştir.

İnsanın içselleştirip inandığı sözün uzayıp giderek bitimsizleşmesine kapılma eğilimi vardır, ona direnmeye çalışarak kısaca vurgulamak çoğu kez şart olur; şimdi de öyle yapmaya çalışalım: Halkın geleceğe taşınması gereken anlamında “iyi” özelliklerinin varlığına, bunların kayda değer bir belirleyicilik taşıdığına inanmadan, hem devrimciler hem halk açısından, ne devrimci mücadeleyi sürdürmek ne de onu başarıya ulaştırmak mümkün olabilir. Bu ön kabulün bir yandan temeli bir yandan uzantısı olarak vurgulanması gerekense şudur: Halk dediğimiz, muazzam büyüklükte bir emekçi insanlar topluluğundan oluşur; kastımız budur. Bu anlamda hiçbir halkı ötekilerden üstün saymadan ve hiçbirini ötekilere bakarak aşağılamadan, bütün iyiliklerin kaynağının o halk olduğunun, çünkü onların varlığının kimseyi sömürmeye, ezmeye dayanmadığının, nesnel olarak böyle olduğunun kabulü, tartışma dışıdır. Böyle tanımlanan bir halkçılıktan soyutlanmış devrimciliğin gerçekçiliğe de haklılığa da uymadığı yeterince açık olsa gerektir.

Bu kayıtlarla birlikte sürdürürsek, yazının başlığına dönerek, ikide bir “memlekette iyi şeyler de oluyor” deyip duranları üçe ayırmak mümkün görünüyor.

Birinci kümede, sağaltılması imkânsız iyimserler var. Daha doğrusu, her kötülüğü, her olumsuzluğu, her musibeti iyiye yoran; neredeyse, her felaket durumundan temelsiz bir iyimserlik çıkaran, bir zamanlar tanınmış çocuk öyküsü kahramanı Polyanna’nın adıyla yaygınlaştırılmış bu tür bir eğilime kapılanlar…

İkinci kümede, aslında tuzu kuru olup şu ya da bu nedenle olan biten kepazeliği açıkça destekleyemeyenler var. Tanrı’ya, düzenin uyulsa ne güzel olacak kurallarına ve onlara uyanlara, doğuştan iyi ve iyimser olanlara ve daha bunlara benzer pek çok öğeye şükürler olsun, aslında cennetten farksız ülkemizde iyi şeyler de oluyor; üstelik bunları çoğaltmak da kendi ellerimizde… Yeter ki, işte yine o büyülü öğüt, “enseyi karartmayalım”…

Üçüncü kümede ise bu ikincilere gizli açık destek vermekle birlikte, kendi adlarına sazı ele aldıklarında, işlerine geldiği ve çoğu kez kendileri tarafından yaratıldığı için herhangi bir kötülük, olumsuzluk görmeyen ve görenleri bozgunculukla suçlayan her boydan ve soydan düzen bekçileri bir araya geliyorlar. Aslında böyleleri açısından, “memlekette iyi şeyler de olduğu” pek öyle kabul edilebilir bir anlatım değildir; çünkü, buradaki “de” bağlacı, kötü şeyler çok ve egemen durumda bulunmakla birlikte, iyi şeylerin de tümüyle yok olmadığını hatırlatmaktadır. Dolayısıyla, düzenin sahipleri ile bekçileri için açık açık dile getirilebilir bir söz olamaz bu; ancak o ikinci kümedeki bilinçli ya da bilinçsiz düzen savunucularını destekleme amacıyla gündeme getirilebilir.

Tümünün dışında ve karşısında var olan küme ise devrimcilerdir.

Ee, o kadar halktı, emekçi halktı sözlerinden sonra, o halk denilen de ne oluyor, nerede yer alıyor türü bir soru, hiç değilse, dikkatli okurun aklında ortaya çıkmış olmalıdır.

Onları buradaki ilk iki kümeye serpiştirmek, ilk bakışta, mümkün görünüyor. Ancak, ne kadarının hangisine gireceği, spekülasyona açık bir sorudur. Bana sorulursa, onların içindeki, çoğunluğu oluşturup oluşturmadıkları belirsiz bir kalabalık ilkine girer. İkinci ve üçüncü kümelerin emekçi halkımız ile sınıfsal olarak uyuşmazlık göstereceği, dolayısıyla hem oraların asıl sahipleri hem de yeni katılmak istenenler açısından hoş karşılanmayacağı akılda tutulmalıdır.

O halde, halkımızın önemli bir çoğunluğunun, böyle bir sınıflandırmada hangi kategoriye sokulabileceğinin o kadar da belli olmadığını söylemiş oluyorum.

Doğrudur, ulaşabildiğim kanı, aşağı yukarı, budur.

Ama bunun üzerinde konuşarak sözü uzatmanın ne kadar anlamlı, anlamlı olsa bile, işe yarar olduğu kuşkuludur.

Buna karşılık, başlıktaki soruyla ilgili olarak, şu kadarının söylenebileceğini, o kadar da değil, söylenmesi gerektiğini düşünüyorum: İster yaşanmış ve gelecekte de yaşanması şaşırtıcı olmayacak berbat bir geçmişe göre, ister bezdirip boğucu günlere oranla, ister soluk aldırmayan baskı dönemleriyle karşılaştırıldığında olsun iyi denebilecek şeyler hiç ortaya çıkmaz değildir. Her zaman çıkabilir, mümkündür; çünkü, emekçi insanlar için umutsuzluk süreklilik kazanamayacak, öyle olduğunda hayatın sürdürülemeyeceği bir durumdur. O insanların “ümit fakirin ekmeği…” diye başlayarak uydurdukları tekerlemeler, kendileriyle dalga geçmenin yanı sıra, bir tür ihtiyacı da gidermeye yarar. Ancak, ne tür olursa olsun hiçbir ihtiyaç, sadece öyle algılandığında karşılanmış olmaz elbette; o yönde somut işler yapılması, adımlar atılması da gerekir. Onları yapabilecek olanlarsa emekçilerdir işte. Nedenine az önce değinip geçmiştik.

Bütün bu yazılanlardan koyu bir karamsarlık çıkmaz; hayır, kesinlikle çıkmaz. Olsa olsa şu çıkar: Tek çare, kimsenin kimseyi ezip sömürmediği yepyeni bir hayat, o hayatı kolaylaştıran yepyeni bir toplum, o toplumun yaşadığı güzelim bir ülke yaratmaktır. İşte o zaman, başlıktaki sözü değiştirerek “Ülkemizde kötü şeyler de olabiliyor;” dedikten sonra bir virgül ya da noktalı virgülle devam edip eklemek gerekecektir: “hemen onların üstüne gidip kökünü kazımalıyız!”

Emekçilerin ne salt, ne ezici, ne şu, ne bu değil, sadece yeterli bir çoğunluğunun yukarıdaki üç kümenin dışında tuttuğumuz devrimcilerin arasında, onlarla birlikte yer almasına gelince, sorunun güçlüğü de çözümü de burada görünüyor.