Koalisyonlar tükenmez

Tükenmez çünkü, iktidar olmak genellikle koalisyonlarla mümkündür. Siyasal iktidardan söz ediyoruz elbette. Siyasal iktidarı, şu ya da bu yolla, alabilmenin de aldıktan sonra elde tutabilmenin de yolu koalisyonlardan geçer. Böyle derken, koalisyon sözcüğü ile ittifak sözcüğünü, belki de daha doğrusu, kavramlarını çok fazla birbirine yaklaştırarak kullanmış oluyoruz. Oysa, yakınlığın bu kadar belirgin olmadığı yollu itirazlar yapılabilir ve yapanlar da haksız olmazlar.

Öyleyse, öyle kabul ettiğimizi bir önceki cümlede yazdığımıza göre, bunun üzerine birkaç söz etmeden geçemeyiz.

Koalisyon denildiğinde, genellikle, bir yandan, daha kısa süreli, daha geçici, öte yandan, daha çok siyasal ve örgütsel özneler arasında gerçekleşen anlaşma ve birliktelikler anlaşılır. İttifak dediğimizde ise, bu birliktelik ve anlaşmaların, daha uzun vadeli, daha kalıcı ve daha çok sınıflar arası özellik taşıyanlarını anlamakta bir sakınca yoktur. Hemen eklenmelidir, kuşkusuz, her türlü siyasal öznenin bir sınıf temeli vardır dolayısıyla, koalisyon sözcüğü kullanıldığında da söz konusu edilen birlikteliğin taraflarının sınıf kökeni ya da temeli akılda bulunduruluyor demektir.

Bununla birlikte, bu yazılanlara ve eklenebilecek çok daha fazlasına rağmen, koalisyon ile ittifak arasında, söze başlarken biraz da farkında olmadan yaptığımız ve aşırı olduğunu kabullendiğimiz anlamsal yakınlaştırmayı gidermek için daha da fazla çabaya gerek yok.

Bir makale yazmadığımıza göre, “yöntemsel” girişi tadında bırakıp konumuza gelebiliriz.

Gelirken de, buraya kadar özne olarak kullanmakla birlikte yazının geri kalanında terk edeceğim birinci çoğul kişinin, “biz”in anlamını, mahkeme kürsüsünde, üstelik kendi tarafında oturanlara açıklamak durumunda bırakılan Yalçın Hoca’nın, o yaşında göğüslemek zorunda kaldığı manzarayı gözümün önünde canlandırmadan edemiyorum. Bir de, madem yaştan falan söz ettim, her ne kadar kendisi bu ihtiyarlık imasından hoşlanmayacak olsa da, yetmiş dördüncü yaşını kutladığı şu günlerde bir selam da buradan gitmiş olsun.

Parantezi ve selam sabah faslını kapatıp asıl konuya dönüyorum.

Kasım 2002 seçimlerinden sonraki ilk AkP hükümeti kurulduktan sonra yazdığımı hatırlıyorum ama, tam olarak ne zaman olduğunu çıkaramadığım için, yazıyı bulamadım. Bulup aktarmalar yapamasam da, aşağı yukarı şunu söylediğimi biliyorum: Bu hükümet kâğıt üzerinde bir tek parti hükümeti olmakla birlikte, gerçekte bir koalisyondan söz etmek daha doğru olur çünkü, bu partinin de aslında bir koalisyonu temsil ettiği bellidir. Bu koalisyon ise birkaç, belki de daha çok sayıda “tarikat”, belki daha doğru deyişle, cemaat barındırmaktadır. Tarikat yahut cemaat derken neyi kast ettiğimi somut olarak yazıp yazmadığımı, falan ya da filan din ulusunun adıyla anılan siyasal partilere göndermede bulunup bulunmadığımı hatırlamıyorum. Ancak, öyle yapmamış olmam kuvvetle muhtemeldir çünkü, bu tür bilgilerden, şimdi olduğu gibi, o zaman da çok uzaktım. Bununla birlikte, bir en az bilgi olarak, biraz önce “siyasal parti” diye nitelendirmiştim zaten, her dinsel cemaatin birbirinden az çok farklı toplumsal sınıf ve tabakalara dayandığını, bu ülkenin ve bu günün özel durumu düşünüldüğünde, bunların emekçi niteliği ya belirsiz olan ya da hiç bulunmayan, buna karşılık, irili ufaklı sermaye sahipliği niteliği ağır basan kesimler olduğu ileri sürülebilir. Yönetici ve yönlendirici unsurları açısından böyle olduğunu söylemekte, gerçekliğe aykırılık yoktur, sanıyorum.

Koalisyon saptamasına ulaşmam ise en başta ilk cümle olarak yazdığımla ilgilidir: Hiçbir parti, aynı anlama gelmek üzere “taraf”, onların dayandığı sınıf, tek başına iktidar olamaz. O sırada yaptığım ilk saptama, yapılması en kolay olanıydı: 12 Eylül’ün yolunu açtığı ve birçok anlamda desteklediği İslamcı siyaset, zaten onyıllardır yararlanmakta olduğu aynı kolaylıkları sonuna kadar kullanarak, hiç de merkezi bir nitelik taşımadan gerçekleştirdiği gelişmesini bir koalisyon ile taçlandırmıştı.

İyi de, kimi kıt akıllı Kemalistlerin sandıkları gibi, Atatürk düşmanı bir avuç meczup çember sakallının ulaştığı bir nokta değildi elbet bu gelişme içlerinde bir avuç değil bir yığın meczup bulunmakla birlikte, yönetici ve yönlendirici konumlarında birçok bakımdan ne yaptığını bilen kimselerin bulunduğu, belli bir kitle katılımının da var olduğu bir gelişmeydi. Ayrıca, bir taraf, bir parti olarak hep var olmuş, 12 Eylül ile birlikte sahnedeki varlığını güçlendirme yönünde alışılmışın ötesinde imkânlar edinmiş bir AsParti de açık seçik ortadaydı ve adı üstünde silahlı bu kuvvetlerin devrede bulunmadığı herhangi bir iktidar söz konusu olamazdı.

Zihnimdeki süreci çok basitleştirerek anlatmaya çalışıyorum ya, bu çabayı daha fazla sürdürmenin alemi yok anlatma ve anlamanın bu kadar kolaylaştırılması gerekmez.

Sonuç olarak, 12 Eylülcülerin açık açık ve birçok kez başlıca “müdahale gerekçesi” olarak ileri sürdükleri büyük koalisyon, 2002 genel seçimini izleyen aylarda ve benim daha sonra yaptığım “AkP-AsP koalisyonu” yakıştırmasını haklılaştıracak biçimde kuruldu. Hatta, belki de, o zamanki Genelkurmay Başkanı Özkök’ün, hem mekân hem içerik açısından hiçbir geleneğe uygun olmayacak biçimde, seçimin ertesi günü ABD’de yaptığı açıklamada seçim sonucunu takdir ve tasviple alkışlayışını hatırlayacak olursak, bu kuruluşun “izleyen aylarda” değil, izleyen günde gerçekleştiğini belirtmek daha doğru olur. Ayrıca, koalisyon bir günde kurulamayacağına göre, önceden hazırlanmış, yahut yeni tüccarlar döneminin mantığına uygun bir deyiş kullanılırsa, “bağlanmış” olduğu söylenebilir. Öyle ya, tüccar jargonunda önemli olan, “işi bağlamak”tır.

Böylece, AkP’nin kendisinin bir koalisyon olduğuna ilişkin ilk saptama hatırlanırsa, bir anlamda, koalisyon ile koalisyon kurulmuş oluyordu. Daha açık bir biçimde dile getirildiğinde, AkP tarafında nasıl bir koalisyondan söz edilebiliyorsa, öte yanda, AsP’nin içinde de bir koalisyondan söz etmek mümkündü. Bu yanda da, diyelim, 12 Eylül’ün şaşmaz sürdürücüleri ile 1923 Devrimi’ne daha bağlı görünen, onun güncel durumla bağlantısını kurma kaygısını gösterenlerin bir tür koalisyonu vardı.

Burada ittifak yerine koalisyon sözcüğünü tercih etmenin sağladığı gerçeğe uygunluk ve açıklama kolaylığı anlaşılmış olmalıdır. Yine de bir cümle olsun yazayım dersem, şunu belirtebilirim: Baştan beri bir ittifaktan söz ediyor olsaydım, ittifakın taraflarının, müttefiklerin, sınıfsal kökenleri ya da sınıfları temsil düzeyleri konusunda epey bir açıklama çabasına girmem beklenebilirdi. Oysa, böyle bir çabanın gerekli olup olmadığı bir yana, dayandırılacağı güvenilir nesnel verilerin varlığı ve elde edilebilirliği de tartışma götürür. Şimdiyse, ülkeyi yönetmeye çabalayan iktidar koalisyonunun sınıfsal dayanaklarının, bugüne kadarkilerin en genişi olduğunu söylemek, bununla yetinilmezse, geleneksel egemen sınıflar koalisyonunun sınıfsal içeriğinde alışılmadık bir karışımı simgelediğini ileri sürmek mümkündür.

Bu karışımda, son birkaç yılda, AsP tarafı bir tasfiye ve gerilemeye uğramış durumdadır başka bir anlatımla, ortağının yer yer şaşırtıcı ya da şoke edici nitelemesini hak eden sürekli ataklarıyla perişan edilmiş AsP tarafı, bu durumuna uygun biçimde, bir iç arınmadan da geçmiş ya da geçirilmiş, bu arada, kinayeli bir yakıştırma olarak bile “parti” özelliklerinden oldukça uzaklaşmıştır. Ama, ana koalisyonun ortadan kalktığı, boş ve çocukça bir iddiadan öteye gidemez. Hem hiçbir iktidar koalisyonu silahsız ayakta kalamayacağı için hem de AsP’nin adam edilmesi sürecine damgasını vurduğu görülen endazesizliğin yol açması ihtimal dışı sayılamayacak sonuçları göz ardı ettiği için…

Buna karşılık, koalisyonun bir süredir olduğu gibi şu anda da güçlü olan öbür yanında, iktidarı perçinleme çabasının yanı sıra, hatta ikincil biçimde ve arka planda değil kimileyin düpedüz sahne önünde olmak üzere, bir iç hesaplaşma ve paylaşma sürecinin belirtileri çoğalarak ve çeşitlenerek ortaya çıkmaya başlamış görünmektedir. Bir cemaatler koalisyonu olarak 2002 sonunda Ankara’ya yerleşmiş AkP, nerdeyse eşzamanlı olarak, 12 Eylül’ün düşlediği “büyük koalisyonu” AsP ile yeni bir biçimde gerçekleştirmiş sonraki birkaç yıl içinde hep alttan alarak badireleri atlatmış ve koalisyon ortağının elini korkak alıştırmasıyla da bağlantılı olarak 2008 kapatma tehdidini savuşturduktan sonra, “10 kişiyle saldıran bir futbol takımı” görünümüne bürünmüştür. Bugünkü tabloyu, kısa geçmişiyle, böyle anlatmak pek de yanlış olmaz. Ancak, “hücum, hep hücum, sadece hücum” anlayışında olan takımların tarihe geçmiş hezimetlerle karşı karşıya kalmalarına ilişkin örnekler, hatırlanması zor olacak kadar az değildir.

Egemenlerin yahut yönetenlerin yapıp etmelerine, düşünüp taşınmalarına, güçleriyle güçsüzlüklerine ilişkin bunca laftan sonra, yönetilenlerin karşı hareketlerine ilişkin fazla söz bulamamaksa, herhalde, garip bir yazgı olsa gerektir. Hatta, “garibanların garip yazgısı” diyerek, ister istemez üstümüze sinmiş arabesk havayı biraz daha koyultmak da mümkündür. İyi bile olabilir, çivi çiviyi söker, denilmiştir ya, o hesap. Ancak, şimdi dilimize takılıveren “yazgı”nın, bilinen anlamından çok farklı, hatta ona karşıt bir nitelik taşıdığını ve çok dinamik olduğunu eklemek gerekir. O kadar dinamik bir yazgıdan söz edilmektedir ki burada, sadece bugün için geçerlidir ertesi gün ne olacağını az çok rahatlatıcı bir güvenilirlikle kestirmekse, bugüne hükmedenlerin elinde değildir.