Kibir ve özgüven

“Her an patlamaya hazır bir çöp dağında (…) topluma bu kirli düzenin tamamen dışında bir çarenin var olduğunu gösterme çabası steril ortam arayışı anlamına gelmiyor. Devrimciler her yerde, her zaman, (…) ısrarla halkın karşısına çıkmalı ve sosyalizm dışında bir çarenin bulunmadığını anlatmalıdır.”

Bu iki cümle Osman Çutsay’ın hafta başında okuduğum yazısından, bir çıkış noktası olarak kullanılabilir düşüncesiyle alınmıştır.

Burada sözü edilen devrimciler, o “steril ortamda” kalarak, kimileyin başlarına birer “gerçek” sıfatı da eklenmiş biçimde, “gerçek” siyasetten, dolayısıyla “gerçek” sınıf mücadelesinden uzak durmakla eleştirilmişlerdir. Bunlar çok ağır eleştiriler olduğu için suçlanmışlardır da diyebiliriz.

Bu eleştiri ya da suçlamalarda haklılık payı aramak da şu ya da bu ölçüde böyle bir pay bulduktan sonra kendine çeki düzen verme çabasına girilebileceğini düşünmek de boşunadır, yanlıştır. Öyledir; çünkü, kapitalizmin son ya da en yüksek aşamasındaki karakteristik özelliklerinden biri kirlilik ve çürümüşlüktür. Bu düzenin koruyucuları ve savunucuları ile haşir neşir olanların, onlarla türlü gerekçelerle işbirliği yapanların oradaki çürümeden farklı biçim ve şiddette etkilenmemeleri mümkün mü? Devrimcilerin boğazlarına kadar pisliğe batmış olanlarla birlikte yürüyerek herhangi bir devrimi gerçekleştirmek şöyle dursun devrimci kalabilmeleri bile imkânsızdır.

Ancak, çürümeden korunma, pisliklere bulaşmama çabası ve bunun başarılması, basbayağı büyük bir iştir. Dolayısıyla, bunu başarmış devrimcilerin, bir büyüklenme içine girmeleri, yanlış olmakla birlikte, ne görülmemiş ne de görülemeyecek bir durum sayılmalıdır. Kibir sözcüğüyle de anlatılabilecek böyle bir durum ya da tutum, devrimcilerin yalıtılmasına, yalnızlaşmasına yol açar, bu potansiyeli taşır. Yalnızlaşmayı emekçi kitlelerden yalıtılmak anlamında kullandığımız besbelli olduğuna göre, devrimciler açısından korkulması, kaçınılması gereken bir durumdur bu. 

Düzenin aktörleriyle iş tutmak yerine onların oyunları ve düzenlerinin çürümüşlüğü sergilenebildiğinde, devrimcilerin özgüveni artar. Özgüven artışı ise bir yandan her bakımdan daha güçlü olmayı kolaylaştırır, bir yandan da emekçi kitleleri kazanma ve yönlendirme konusunda çekicilik ve inandırıcılık sağlar. Kendilerine güvenip güvenmedikleri belli olmayanların kim ve neden peşinden gitsin yahut yanında yer alsın?               

***

Yarın dünya emekçilerinin büyük evlatlarından Karl Marx’ın 200’üncü doğum günü. Hak ettiği kadar görkemli anmalar ve kutlamalar olması, onun hocalarından birinin epeydir ülkemizde de ün kazanmış deyişiyle, “zamanın ruhu”na uygun düşmüyor. Yine de bu yıldönümü bir süredir dost ve düşman gündemlere girmiş durumda. İki gün önce bizdeki gazetelerden birinde bir fotoğrafla birlikte şöyle bir kısa haber gözüme ilişti: Çin emekçileri Marx’ın “dev boyutlarda” bir heykelini armağan etmişler onun doğum yeri olan Trier kentine. Fotoğrafı çeken ve herhalde yanındaki birkaç satırı yazana göre, böylece  “trajik” bir durum ortaya çıkıyormuş; çünkü, dünya işçilerini birleşip kapitalizmi yıkmaya çağıran insanın adı ve resimleri kullanılarak yapılıp satılan ürünler kapitalistlere kazanç sağlıyormuş.

Ne demeli!

Biraz daha kazanmaya devam etsinler bakalım. Son demleridir. 

Onun tanıma şansı bulamadığı en sadık ve en geliştirici öğrencisi, yazıp söylemekle kalmamış  kanıtlamıştı da: Kapitalizmin emperyalizm aşamasında ve emekçilerin yaratacağı düzenin öngünündeyiz. Emekçilerin yaratacağı düzenden söz edildiğine göre, bunun yolunu açacak olan ve çağımızda devrim denildiğinde akla gelmesi gereken, sosyalist devrimdir. Yine aynı sadık ve geliştirici öğrenciden öğrenmiş olmalıyız: Devlet iktidarının bir sınıfın ya da sınıflar ittifakının elinden bir başka sınıfın ya da sınıflar ittifakının eline geçmesi, terimin hem bilimsel hem pratik siyasal anlamında devrimin ilk, temel, esas işaretidir.

***

İnsanları, onlar arasındaki ilişkileri, onların oluşturdukları toplumlar tarafından yaratılmış kurallarla kurumları, kısacası, sözcüğün tam anlamıyla “her şey”i çürütmüş bulunan emperyalizm, tarihsel işlevi insanlığın bunlardan kurtuluşunun yolunu açmak olan sosyalist devrimin hemen öncesidir, arifesidir. İkisinin arasında başka bir dönem, evre, aşama olmayacaktır.   

Dostça bir alaycılık ya da düşmanca bir saldırganlıkla “Ne kadar uzun bir arifeymiş bu!” diyenler olabilir elbette. Onlar içinse şu hatırlatma ile yetinebiliriz: “Her arife için geçerli, standart bir süre yoktur.” Bu köşede yer almış bir önceki yazının son cümlesiydi. 

Yaşamayı sürdürdüğümüz ve hem çok uzadığını hem de bu uzamada üstümüze düşen sorumluluğu kabullenmekte sakınca bulunmayan bu öngünün gereği, devrimcilerden beklediği, büyüklenme ve yukarıdan bakma değildir kuşkusuz. Özgüven ise bu gerçeğin farkına varabilmek ve gelmekte olanı yeterli inandırıcılıkta gösterebilmek için şarttır. 

Kibirliliğe çoğu kez gösterişlilik eşlik eder, bu da hemen her zaman itici ve yalnızlaştırıcı bir etkiye yol açar. Buna karşılık özgüven herhangi bir gösteriye ihtiyaç duymaz, kendini söylenenlerle yapılanlarda belli eder ve dağıtıcı değil toparlayıcı, uzaklaştırıcı değil yaklaştırıcıdır. 

Sözün özü, devrim, kibirlilikten uzak, özgüveni yüksek devrimcilerin işi olacaktır. Kuşku yok.