İki İhmal

Coşkuyla, sesimiz titreyerek, o titremeyi bağırıp çağırma yoluyla örtbas etmeye çalışarak ve coşmuş, tam da öyle olmasa bile, coşması yönündeki umutlarımızı tüketmediğimiz kalabalıklar karşısında konuşurken ihmal ediyor olsak, yine iyi o kadar da zararı yok ve özrü var, demek istiyorum. Ayrıca, öylesi durumlarda, pek çok başka ihmallerimiz, onların çoğalmasıyla ortaya çıkan bir tür kişilik özelliği olarak ihmalciliğimiz de hoşgörüyle karşılanabilir.

Ama öyle değil. Okuyandan açıkça belirtilmemiş de olsa serinkanlılık ve dikkat isteyen, yazanlarda ise çoğu kez bilgelik edası ile yol gösterme iddiası arasında gidip gelen bir tutumun egemen olduğu akıllı uslu yazılarda bile bu ihmal kusurunu işliyoruz. Sonradan dönüp baktığımızda nasıl yaptığımıza hayret ettiğimiz bir yığın atlamayı yapabiliyor, hiç ihmal edilemeyecek birtakım etkenleri göz ardı edebiliyoruz.

Pek çok başka ihmalimizden de söz edilebilir şimdilik, belirleyici etkilerinin gözden kaçırılmasıyla yanılgılara yol açan ikisine değinmekle yetineceğim.

Ülkemiz bir "12 Eylül" yaşamıştır. Önüne getirilebilecek hiçbir sıfatın, arkasına eklenebilecek hiçbir cümleciğin burada, bu yazıda vurgulanmasını gerekli gördüğüm özelliklerini yeterince anlatamayacağını sandığım için tırnak işaretinin büyülü olmasa bile azçok kendini kabul ettirmiş gücüne sığınıyorum. İşte o 12 Eylül, ülkemizin egemen sınıfları açısından tartışılmaz ve ezici bir yengidir zafer de diyebilirdik, ama bu sözcük itiraz edilemez ve bitirici bir kesinliği çağrıştırıyor, o yüzden tercih etmiyoruz. Yengilerinin ne kadar ezici olursa olsun bitirici olmadığı görülmüştür.

Amma ve lakin, bitirici olmamakla, öyle bir nitelik kazanması hiçbir zaman mümkün olmamakla birlikte, yengi olağanüstü kesinliktedir bitirici değilse de yerle bir edicidir. Çocukların hayretle seyrettikleri çizgi filmlerin yerlere yapıştırılmış kedileri, fareleri, öteki yaratıkları kadar dümdüz edilmişizdir.

Bu bakımdan, düzenin başarısı tartışmasızdır. Birçok riski göze almış, ama geçmiş başarılarının hepsinin kat kat üstüne çıkmıştır. Örnek olsun diye, rasgele, birkaç gösterge sıralayalım: Bugün işçilerimizin, hele genç işçilerimizin büyük çoğunluğu grev yaşamamıştır üniversite öğrencilerimizin daha da büyük bir çoğunluğu boykot ve işgal gibi sözcükleri ya hiç duymamıştır ya da "cıs" diye anlamaktadır genç kızlarımızın ve kadınlarımızın küçümsenmesi imkânsız büyüklükte bir bölümü saçlarının bir tek teli görünecek olursa öte dünyadaki sonsuz ömürlerinde cayır cayır yanacaklarına inanarak bu dünyadaki gelip geçici ömürlerinde cayır cayır yanmayı tercih etmektedirler. Önem derecesi gözetmeden yaptığım bu seçkiyi isteyen istediği kadar zenginleştirebilir.

Bu kez konu edeceğim iki ihmalimizden ikincisi de, ilkinden aşağı yukarı 10 yıl sonra ortaya çıkmış ve yalnız bizim ülkemizi değil, yeryüzünün tümünü etkilemiş bir olgudur. Bizim soyumuz buna " sosyalizmin çözülüşü" diyor "çözülüşü ve çöküşü" denilmesine de en azından benim bir itirazım bulunmuyor.

Tamam, bunu gündemin başına oturtarak çok fazla ilerlemenin kolay olmadığını söylemişizdir buradan hareketle, buraya kafayı takarak "baba teori" geliştirilemeyeceğini yazıp çizmişizdir ama bunun "muazzam" nitelemesine kuşkusuz uygun düşen bir gerileme olduğunu nasıl unutabiliriz? Sosyalizm bizim çözülüş ve çöküş diye adlandırdığımız bir süreci yaşamamış olsaydı, şu köhnemiş dünyanın hallerinden tutalım tek tek çaresiz insanlar olarak her birimizin hayatlarına kadar hemen her şey şimdikinden farklı olmaz mıydı? Şu son cümleyi ilk taslakta "çok farklı" diye yazmıştım, sonra "çok" sözcüğünü sildim bunu da eklemekte yarar var.

Dünyanın neresinde olursa olsun, belli bir yaşın üstünde olan, başka bir anlatımla, aklı ermiş ve eli ekmek tutmuş her emekçi, yeryüzünde sosyalizm diye maddi bir güç olmayışının eksikliğini duymuyor mu? Eksikliğini duyuyorsa ve daha da boğucusu, o "eski güzel günlerin" nasıl olup da buharlaştığını sorgu sual eden genç sınıf kardeşleriyle birlikte yaşamayı sürdürüyorsa, onların yaşamadıkları zamanların masal gibi geçip gidişinin nedenlerini, o günleri getirmiş mücadelelerin yeniden peşine düşmeyi özendirecek ve bu inatçılığın bir ham hayal sayılamayacağına inandıracak biçimde ortaya koyamadan sonuç almanın çok güç olduğunu fark etmiyor mu? Yoksa, onlar güzel günler değil miydi? Eski olan kötü ve çirkin, yeni olan iyi ve güzel midir? Daha öncesi bir yana, kendisini "manifest" edişinin, açıkça ortaya koyuşunun üzerinden birbuçuk asırdan daha uzun bir zaman geçmiş sosyalizm yeterince eski değil midir?

Diyelim ki, yirminci yüzyılda araya giren sosyalizm değildi. Öyle idiyse, onca uzun bir süre söylenip duranlar hiçbir zaman kitaplardan, kafalardan, dillerden çıkıp yeryüzüne inemediyse, hayatları sürünmekten ibaret insancıklar için sosyalizmin öngörüleri ve çağrıları, bir yanda yaşadıkları dünyanın hiç değilse az sayıda insan için gerçek olmuş hayalleri, bir yanda öteki dünyaya ilişkin yüzler ve binlerce yıldır süren cennet vaatleri kadar inandırıcı olabilir mi?

Bunlar ve benzer sorular için yeterli kışkırtıcılıkta bir zeminin çoktandır oluştuğu ve de verilebilmiş yanıtların ne kadar yaygınlaşıp inandırıcı bulunduğu ortadadır.

Bu iki yerle bir oluşun ve onların önemli ölçüde etkilediği toplumsal ortamın nasıl insanlar yarattığı ihmal edilerek yapılmış herhangi bir çözümlemenin ve ona dayalı gelecek öngörüsü ile hedeflerin gerçeklikle, gerçekçilikle ne kadar ilgisi olabilir?

Şunu demek istiyorum: Böyle bir yıkıntıda doğup büyümüş ya da yıkımın kalıntıları karşı tarafta paldır küldür bizim tarafta sesiz sedasız kaldırılırken doğup da henüz yetişmekte olan insanlardan beklentilerimiz, ne onlara hiçbir kuşağın karşı karşıya bırakılmadığı kadar büyük bir haksızlık yapacak ne de hepimizin geleceğini boş hayallere dayandıracak kadar gerçekçilikten uzak olmalıdır. Yanlış anlaşılmamalı, burada muradımız, yıkımın şiddetinden, kapsamından, şusundan busundan habersiz olmak, onların cahili olmak değildir onları etinde kemiğinde hissetmektir ve bu, belli bir yaşanmışlık yoksa, imkânsızlık ölçüsünde zordur.

Kimileyin farkında olmadan kimileyin bile bile işlediğimiz ihmal kusurlarından uzak durmayı başardığımızda, bütün o yıkımdan sonra mücadele inat ve kararlılığıyla ayakta kalmanın, hele hele bu dikilişi sıradan emekçi kimliğiyle gerçekleştirmenin, henüz pek kısa yaşamış, ama bu süre dünyanın en fazla çürüyüp tükenmeye yüz tutmuş bir zamanına denk gelmiş olmanın sağlayabileceği varsayılan avantajların çok ötesinde ve paha biçilmez bir değer taşıdığını teslim etmemiz de mümkün olur.

Sorun teslim etmemekten mi doğuyor, görememek ya da kabul etmemekten mi, ondan da emin değilim.