Hem doğarız hem ölürüz

Altı yıl önceydi. Kendisini konu alan bir belgesel film hazırlığı için Eylül ayında Ankara’ya geleceğini duymuştum. Ne iyi, demiştim; oturur, biraz eski günleri, biraz yeni günleri konuşur, ikisinin ne kadar farklı olacağı besbelliydi, yarenlik ederiz. Birkaç gün sonra yazmak durumunda kalacağımı henüz bilmediğim 26 Ağustos 2012 tarihli yazımdaki anlatımla, uzak geçmişte mesleğindeki ustalığını hayranlıkla izlediğim, yakın geçmişte ise dost ve yoldaş olduğumuz bir insandı.

Ne karşılıklı oturabildik, ne de zamanımızı eski günlerle yeni günlere bölüştürerek yarenlik etme fırsatı bulabildik. Şu basit nedenle ki, kendisinden önce ölüm haberi geldi.

Ölüm çok yönlü mü demeli, çok yanlı mı, nasıl denirse densin, hem kendisi hem anlatımı söz konusu edildiğinde bir yetmezlik izlenimi verir; bu yüzden olmalı, hemen her zaman bir “çok” sözcüğü eklenerek söylenir. O altı yıl önceki de, benim açımdan, hüzün yanı ağır basan ve yine çok sözcüğünün yardımı olmadan anlatılamayan bir ölümdü.

Neden çok hüzünlü dediğimin birazını buraya kadar açıklamış sayılırım. Ama o kadar değildi. Devam edeceğim.

Çok söylerim, yazdığım da olmuş mudur, pek hatırlamıyorum, yok yoksul, emekçi babamdan bana kalmış başlıca iki miras vardır; belki de bu miras sözcüğünü tırnak içine alarak bir tür “sözde”, “güya” anlamı katmam gerekirdi. Onlardan biri, devletin, bu onun lügatinde “halkın” anlamına da gelirdi, malına göz dikmeyeceksin. Emeğinin karşılığı olmayana tamah etmeyeceksin demektir bu, aynı zamanda. İkincisi, Galatasaray diye anılan bir “ekol”dür aslında, Fransızca bilmediği halde bunun okul anlamına geldiğini çok iyi bilirdi akranı olan çoğu Cumhuriyet çocuğu gibi, destekleyeceksen, tutacaksan, onu tutman gerekir. Böyle derdi. O kuşağın okuyup öğrenmeye, ilim irfan sahibi olmaya verdiği önem ve önceliğin bir yansıması kabul edilebilir.

Çoktandır aramızdan göçmüş bu büyüğümün her iki öğüdüne de eksiksiz uyduğumu söyleyebilirim.

İkinci öğüdüyle ilgili olarak, aklım erinceye kadar, bugünkü gençlerin pek bilmediklerini sandığım şu deyişle anlatılabilecek bir yaklaşımım olmuştur; bağlılıklarının ne kadar üst düzeyde olduğunu anlatmak için, hem sporcular hem yandaşlar için kullanılırdı: Bileklerini kessen, virgüllerle ayırdığımız bu arada ilgili takımın renkleri yazılır ya da söylenirdi, işte o renkte akar. Tuhaf olmakla birlikte etkileyici bir metafor sayılabilir. Bir kez herkesçe bilinenden farklı renkte bir kandan söz ediliyor; üstelik, daha da şaşırtıcı olanı, iki ayrı renkte akan bir kan bu. Bir başka anlatımla, öyle her yerde rastlanabilecek, sıradan değil, doğaüstü bir yaratık söz konusu; daha doğrusu, söz konusu idi.

Oysa, artık her iş, her meslek, her alan, her türlü bağlılık kapitalizmin doğrudan ve ortak kabul etmez belirleyiciliği altında olduğu için böyle soyutlamalar ne kullanılıyor, ne de anlaşılıyor. Paran kadar konuş… Ne kadar ekmek o kadar köfte… Dünya değişti, futbol da değişti… Bu tür sözlerle anlatılıyor dönem.  

Az çok aklım erip herkesin kanının aynı kırmızı renkte aktığını kabullendikten sonra da ata öğüdüne bağlılığımı sürdürürken gelmişti o sevdiğim oyuncu bizim takıma. Takımı daha bir beğenerek, daha coşkulu izlediğimi hatırlarım. Üstünden kırk yılı aşkın bir süre geçse de hâlâ anlatılan haklı isyanında takımdan uzaklaştırılmasına ne kadar bozulduğumu da.

Derken, yıllar geçti, sadece birbirimizi hiç görüp tanımadan haklı davalar uğruna mücadele etmekte değil, o mücadeleleri yürüten örgütlerde de buluştuk. Sosyalist İktidar Partisi tarafından Eylül 2001’de oluşturulmuş “Sol Meclis”ten TKP’ye kadar.  

Yıllardan 2011 idi. Bizim Metin Kurt ülkenin komünist partisinden milletvekili adayı oldu. Başka örneği var mıdır, ben bilmiyorum: Bir “yıldız futbolcu” komünist milletvekili adayı oluyor.

Metin milletvekili olsaydı, nasıl bir vekil olurdu?

Bu soruyu zaman zaman düşünmüşümdür; özellikle aynı seçimlerde AKP’den aday gösterilip İstanbul milletvekili olmuş, daha önce futbolculuğunda ne rekorlar kırmış, dillere destan nikah törenini şimdinin terörist başı gezici vaiz hocaefendi hazretleri ile zavallı cumhuriyetimizin ilk ve tek kadın, hem de sarışın başbakanının tanıklıklarında gerçekleştirmiş Torinolu Şaban lakaplı ünlü futbolcunun o eşsiz siyasi başarısından sonra... Eşsiz siyasi başarı demekte haksız sayılmam; çünkü, malum, şimdi nikah şahidinin yanına sığınarak paçayı kurtaran bu futbolcudan bozma kısa ömürlü siyasetçinin, en çok, kendisine yöneltilen sorulara “büyüklerimiz bilir” yollu veciz yanıtıyla ün ve takdir kazandığı hatırlanacaktır.

Gerçi, en son seçimlerde de, onunla kulüp takımlarında karşılıklı, milli takımda birlikte oynamış bir başka ünlü futbolcu daha, yine aynı partiden ve yine İstanbul milletvekili seçilmiş bulunuyor. Seçilir seçilmez de, yüce meclisin ilk birleşimlerinden birinde, tam da kendisinin futbolcuyken olduğuna benzer top geçer adam geçmez savunmacı gözü karalığına ve “ben reisime laf söyletmem” yeminine yakışır, yaka paça dağılmış görüntüleriyle temayüz eden bu yeni siyasetçinin ileride neleri başarabileceğini bugünden kestirmek, o kadar kolay görünmüyor.

Gırgırın dozunu kaçırmak üzere olduğumun farkındayım, eğer çoktan kaçırmış değilsem…

Hüznümü alsın diyedir. Almasa bile hafifletir belki.

Hayır ama, ikisi de olmaz. Öyle şaka yollu üç beş sözle alınıp götürülen ya da hafifletilen hüzün mü olurmuş?

Altı yıl önce bu akşam, bilmem kaçıncı kez, neden yapıldığını anlamakta hep güçlük çektiğim doğum günü kutlamalarından birinde, kendiminkindeydim. Ertesi sabah, üzerinden sadece saatler geçmiş o kutlamayı yaptığım sırada Metin’in ölmüş olduğunu öğrendiğimde, nasıl bir hüzün duyduğumu hiç unutmuyorum. Unutmak bir yana, anlatabileceğim de söylenemez. Ne o hüznü, ne onu koyulaştıran rastlantı karşısındaki hayıflanmamı.

Bu akşam ve her yıl bu akşam, bir araya gelebildiğim sevdiklerimle oturacak ve aradan geçen altı yılın çoğunda yaptığım gibi, hepsinde demiyorum, kutlamaları atladığım oluyor elbet, kadehimi bir kez de senin şerefine kaldıracağım, futbolunun hayranı olduğum kardeşim ve birlikte yapabileceklerimizin pek çoğunu yapamadığımız yoldaşım Metin! Bu akşam ve her yıl bu akşam.

Böyle işte!

Doğuyoruz, ölüyoruz. Birimiz ölürken öbürümüz doğuyoruz. İnancımız, inadımız, iddiamız sürüp gidiyor.

Varsın, hüzün de eksik olmasın!