Hangisi komplo?

Ortalama bir bakışla olayların pek rasgele, pek karmakarışık biçimde olup bittiği neyin nereden gelip nereye gittiğinin anlaşılmaz göründüğü bir gün şöyle diyenin ertesi gün tersini söylediği ve bu tür söylemlerle eylemlerin onların sahipleri için kayda değer bir güç ve/veya saygınlık kaybına yol açmadan yinelenip durduğu ve bir yığın bunlara benzer akıl sır ermez işlerin sürüp gittiği sanılır.

Oldukça uzun bir zamandır bu sanı şöyle bir klişe ile de pekiştirilmiştir: Bütün bu karışık rastlantılar yığını içinden, bunlar aslında görüntüdür ve gerçeğin kendisi değildir, diyerek birtakım anlamlı ilişkiler ve zorunluluklar çıkarma çabası, “komplo teorisi” adı verilen bir “şey” yapmak/ kurmak/oluşturmak/ uydurmak biçiminde dile getirilen ve her türlü alayı, ayıplamayı, kınamayı hak ettiğini herkesin kabullendiği bir günahtır.

Yazılış zamanı benim kayıtlarımda 2006 yılının Ekim ayı başı olarak görünen “Komplo ve Teori” başlıklı bir yazımın sonunda şöyle demişim: “Örnek olsun ve güncel olsun, cumhurbaşkanı ile ordunun en tepesindeki komutanların bir iki haftadır söylediklerine bakılarak, ne anlama geliyorsa,‘irtica’ konusunda her Atatürk çocuğunun hem uyanık hem de içinin rahat olması gerektiği söylenebilir söylenmektedir. Başka bazı verilere değinilerek bunların abartı olduğu ve ülkemizde ‘hür, modern ve çoğulcu toplum’un kendisini koruyacak güce eriştiği de ileri sürülebilir sürülmektedir. Bununla birlikte, sınıf mücadelesinin tarihsel ve güncel koşullarıyla bağlantılı bir göreli özerklik içinde hareket eden aktörlerin davranışları doğru değerlendirildiğinde, bir zamanların çokça kullanılan deyişiyle ‘satır araları iyi okunduğunda’, emperyalizme bağımlı o etkenlerin belirleyici konumda bulunduğu ülkemizde ‘bölünme’ diye kodlanan olasılık dahil her musibetin gündemde olduğu dillendirilebilir dillendirilmektedir. Şu kayıtla ki, sonuncusu, çeşitli bilimsel mülahazalarla asılacak ‘komplo teorisi’ yaftasını boynunda taşımaya hazır olmalıdır.

Oysa, biliyoruz, Marx’ın fi tarihinde yazdığı gibi, “olguların dış görünüşü ile özü dolaysız biçimde çakışsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu”.

Yukarıda, “örnek olsun ve güncel olsun” diye başlayıp verdiğimiz örnekler altı yıldan daha uzun bir süre öncesine ilişkin. Hâlâ güncelliklerini büsbütün yitirmemiş sayılmaları mümkün ve doğru olmakla birlikte, onları, bugünkü pek az yorum katılmış ve altı yedi yıl öncekiler gibi genellemelerin parçası yapılmamış birtakım gözlemlerle değiştirerek devam etmek de zor değil.

İşte iki yakın örnek…

Birincisi, en son yapılan seçimlerden hemen önceki dönemde, parlamentoda iktidar koalisyonundan sonra en çok üyeye sahip iki muhalefet partisinin yöneticilerinin başlarına gelenler. Birinin başkanı, o harika benzetme ile, “dizine kaset sıkıldıktan” sonra tasfiye edildi. Ötekininse önde gelen çok sayıda yöneticisi ve milletvekili adayı, art arda gelen günler boyunca, yine böyle kaset sıkma olayları sonunda tasfiye edildiler. Ama asıl önemlisi, ilkinde, eski başkan ayrılmak zorunda bırakıldı ve yerine, genel kabul gören yoruma göre, daha az dişli, daha acemi biri gelmiş oldu ikincisinde ise o partinin mütedeyyin ve bir o kadar müeddep seçmenlerinden oy alamayarak yüzde on barajının altında kalacağı, hiç olmazsa, çok fazla oy kaybedeceği, böylece koalisyonun kendi başına anayasa yapacak bir parlamento çoğunluğuna erişeceği varsayılmıştı. Şimdi, ikisi için de kaset sıkma esaslı denebilecek bu iki komployu, hayatta her zaman karşılaşılabilecek, tümüyle rastlantısal, üstelik demokrasi dininin kurallarına da aykırı olmakla birlikte çaresiz ortaya çıkabilen olaylar olarak görenler açısından sorun yoktur, görebilirler, “düşünce ve ifade özgürlüğüne uygundur”, söyleyebilirler de ama, eğer bir önceki cümlede olduğu kadar bile işin içinde bir çapanoğlu aramaya, hele bunu birtakım neden-sonuç ilişkilerine bağlamaya kalkanlar çıkarsa, onlar, “komplo teorisi” imalatçısı yaftasına hazır olmalıdırlar.

İkinci örneği çok daha yakın günlerden alalım. Şu “seçilmişi atanmışa ezdirmem” özlü sözü ile siyaset tarihimize geçmiş bulunan, futbolcu Hakan’dan sonra istihbaratçı Hakan’ı koruyup kollama operasyonunu, benim anlatımımla “koalisyon içi”, kendilerinin ve yandaşlarının deyişiyle “aynı fidanın dalları arasındaki” diye tanımlanan bir çekişmenin ya da bu sözcüğün ima ettiğine benzer bir karşı karşıya gelişin ürünü yahut belirtisi olarak görenlerin sayısı az olmadı. Ana teması bu olan daha kapsamlı çözümlemeler de yapılabilirdi teşebbüs edenler olmuştur muhtemelen. Ama, en az bunlar kadar, “komplo teorisi” avına çıkmış olanlar da vardı. Örnek olsun, her zaman bunların arasında ve en başında yer alanlardan, derin mütefekkir-muharrir Taha Akyol, tam bu kargaşaya ve kış kıyamete denk gelen İstanbul polisinden yüzlerle anlatılan sayıda görevlinin “şark hizmeti”ne gönderilişi olayını polis şeflerinden bile önce “normal tayin” diye yorumlayarak komplo teorilerine milim taviz vermeyeceğini gösterdi.

Bu on parmağında on marifet muharririn adı geçmişken, yazımızı biraz daha eğlenceli hale getirebilir düşüncesiyle, yukarıda “dizine kaset sıkma” deyişini dilimize kazandırdığından söz ettiğimiz üstadın, 1 Aralık günlü Aydınlık gazetesindeki yazısından ilk bölümü aktaralım gülümseme de serbest kahkaha da:

“Önce ‘ümmi’ vardı, ‘anadan doğma’ demektir, ilk olarak İsmet Paşa’dan duymuştum, Celal Bayar için ‘ümmi’ buyurdular, pek bilgisiz anlamındadır ve cahiliye devrinden kalmadır, diyebiliyoruz. Sonra ilerledik ‘okur-yazar’ çıktı, önemli bir mertebedir. Büyük eleştirmenimiz Ataç’tan öğrenmiştim, ‘okur-yazar değil’ ve sadece ‘yazar’ demişti okumaz-yazar Yaşar Kemal’i anlatıyordu. Şimdi Ortaçağ’dayız, ‘okumaz-yazmaz’ türüne ulaştık, bunlar köşe tutarken, en çok Aydın Doğan’a bağlıdırlar bu türün en yüksek iki ‘türü’ Taha Akyol ile İsmet Berkan’dır. Hemen hemen hiç okumadım okumazlar, yazmazlar, maaşları yüksektir. Yazıları yoktur, okuyamıyorum.”

Devam!

Devam ederken, Nihat Behram’ın birkaç hafta önceki bir yazısında yakındığı, unutulmayan önemli ve güzel sözlerin kaynaklarını hatırlayamama eksiklenmesi aklıma düştü. Aslında, hep yakındığım belleğimin güçsüzlüğünden ileri geldiğini sanıyorum, bende de öyle bir özellik vardır. Neyse ki, inceleme, makale türü yazılar yazmakla ilgili az çok bir alışkanlığı olanlar, gerektiğinde kaynakları karıştırarak, hiç olmadı, okuyup ederken ileride lazım olur diye bir kenara notlar alarak bu eksikliği bir ölçüde gidermeye çalışırlar işte. Bu arada, madem şair yoldaşımızın o satırları aklıma düştü, yukarıda andığım eski yazımda “Marx’ın fi tarihinde yazdığı” diye geçiştirdiğim tarihi ve yeri şimdi tam olarak yazayım bari. Tam yerini yazmak kolay, Kapital’dedir o cümle. Ama, üçüncü ciltte, o cildin yedinci ve son kısmında olduğu için, tarihi aynı kesinlikle yazmak kolay değil çünkü, malum, ilk ciltten sonrakilerin hepsi gibi, yazarının ölümünden sonra Engels tarafından derlenip toparlanıp basımı gerçekleştirilmiştir bu cildin. Alman dilindeki o ilk basımın tarihi 1894 ama yazıldığı tarihin, Engels’in önsözde verdiği bilgilerden, 1870’li yıllara kadar geriye gittiğini öğreniyoruz. Dolayısıyla, o cümlenin, günümüzden aşağı yukarı 140 yıl kadar önce kaleme alındığını söylemekle, hâlâ tam değil yaklaşık olmakla birlikte, doğruluğunun kanıtlarını gösterebildiğimiz bir tarih vermiş olacağız.

Sosyalizmden uzaklaşma eğilimine girmiş, o yönde mesafe almış, mesafenin ötesinde menzile yaklaşmış olanların en eski günah keçisi olan Engels’ten söz etmişken, bu yazıyı biraz daha ilerletmek bakımından, onun yol gösterici olabilecek bir paragrafını hatırlatmak istiyorum. İlk haberdar olduğumda üniversite öğrencisiydim, yirmi yaşında var yok bir çocuk. Üç beş yıl geçmiş geçmemişti ki, kadere bakın, gariban halkımızla birlikte ve onun ağzıyla tekrar ediyorum, bana nasip oldu ve aynı satırları dilimize çevirdim. Az önce değindiğim türün çokça burun kıvırdığı çalışmalarından biri olan, kendisinin hiçbir biçimde tamamlayamadığı ve belki de bu yüzden yayımlanmasının üzerinde pek durmadığı benzersiz notlarından oluşan Doğanın Diyalektiği’nde bir yerde, “rastlantıyı tümüyle yadsıyarak ortadan kaldırmaya çalışan” determinizm için şunları söylüyordu: “Bu kavrayışa göre, doğada yalnızca basit, dolaysız zorunluluk yürürlüktedir. (…) bir köpeğin kuyruğunun ne bir parça uzun ne bir parça kısa, beş inç uzunluğunda olması belli bir yonca çiçeğinin bu yıl bir arı tarafından döllenip bu işin kesinlikle bir başkası tarafından yapılmaması, kesinlikle belirli bir arı tarafından ve belirli bir zamanda yapılmış olması rüzgârın getirdiği belli bir karahindiba çiçeği tohumunun filiz verip bir başkasının filiz vermemesi geçen gece sabaha karşı saat dörtte beni bir pirenin ısırması ve saat üçte ya da beşte değil de dörtte ve de sol baldırımdan değil de sağ omzumdan ısırması: İşte bütün bunlar neden ve sonucun değiştirilemeyen zincirlenişinden, sarsılmaz bir zorunluluktan doğmuş olgulardır.”

İşte bu da, halk ağzıyla söylendiğinde, “her şeyin altında bir mana arayan” ve bulan, daha soğuk anlatımıyla, olup bitenleri bütün ayrıntılarıyla belli nedenlerin hiçbir rastlantı tanımaz zorunlu sonucu sayan ve “Fransız materyalizminden doğa bilime geçmiş” dediği bir determinizmle alay etmesi büyük düşünürün…

Aynı bölümün sonlarına doğru, bir parçasını koyulaştırarak aktardığım şu satırlar ise mutlaka kaçınılması gerekeni vurguluyor ki, doğanın yanı sıra toplumda da geçerli bir uyarı olarak benim de baştan beri asıl anlatmak istediğim budur:

“Doğa bilimi (…), bir yandan, bir şeyin ya rastlantısal ya da zorunlu olduğunu, aynı anda ikisi birden olamayacağını kabul eden (…) metafiziğin düşünce yoksunluğunda öte yandan da, sözlerde rastlantıyı genel olarak yadsıyan ama bunu, uygulamada her durumda rastlantıyı kabul etmek için yapan ve ötekinden daha az düşünce yoksunu olmayan mekanik determinizmde direndi. (…) Önceki zorunluluk düşüncesini (…) bırakmamak, kendi kendisiyle ve gerçeklikle çelişir durumdaki insan istemine bağlı bir belirlemeyi bir yasa olarak doğaya zorla kabul ettirmek, böylece canlı doğadaki bütün iç zorunluluğu yadsımak, genel olarak rastlantının kaos halindeki krallığının canlı doğanın biricik yasası olduğunu ilan etmek demektir.”

En baştaki sorunun anlamı da buydu zaten: Hangisi komplo? Olup biteni ve sürüp gideni rastlantının kaos halindeki krallığının içinden çekip çıkararak anlama ve açıklama çabası mı, yoksa “komplo teorisi avcılarının” azimle sağlamaya uğraştıkları karartma ve yanıltma mı?