Bir cumhuriyet fantezisi

Cumhuriyetin 95’inci yılına gelmişiz, malum 95 önemli bir yıl, bir kez sayı olarak, beşer beşer ya da onar onar sayılırsa dönüm noktalarına ulaşıldığı kabul edilir. Örnek olsun, 94’üncü ya da 96’ıncı yıl sıradandır da 95’inci önemlidir; 89 ya da 91 herhangi bir yıldönümü sayılırken 90’ıncı yıl öyle kabul edilmez. Ayrıca, 95’incinin  bir üstünlüğü daha var: Yüzüncü yıla sadece 5 yıl kalmış oluyor.

İşte bunları düşündüğümüzden midir nedir, yoksa hiçbiri değil de, içimizden öyle geldiği için mi, bu 95’inci yıldönümü akşamı cumhuriyetin önderine yakıştırılan, yakıştırılan derken, kendisinin yarattığı değil elbet, onun en sevdikleri olarak sınıflandırılan şarkıları dinleyerek bir kutlama yapalım, dedik. Çoğul özne ile yazıyorsam da, yanıltıcı olmasın, daha kalabalık bir meclis olsaydı iyi olurdu ama, iki başımızaydık; kendi yaşadığımız mekânda, dinleyeceklerimizi kendimiz seçerek…

Anlatı böyle başladı, şöyle devam etsin:

Fantezi derken bu sözcüğün iki anlamını birden aklımda bulunduruyorum. Bunlardan biri, gerçeklikle bağı üzerinde fazla durulmayan, o yanı pek öne çıkarılmayan, düpedüz düşsel değilse de hayal edilmesinin önemli olduğu düşünceler, varsayımlar, akıl yürütmeler… Öteki ise sözcüğün daha sınırları belli, bazı sanat, genellikle de müzik eserleri için dillendirilen anlamı: alışılmış, bilinen formlara uyumun gözetilmediği müzik ürünleri, eserleri, yaratıları…

Bu ayracı kapattıktan sonra 29 Ekim akşamı yaşadığım bir iki saate dönebiliriz.

Atatürk’ün sevdiği şarkılar konusunda pek çok söylenti, iddia, tanıklık olduğu bilinir. Okumakta olduğunuz ve bir fantezi biçiminde tasarlandığı en baştan belirtilmiş metin için bu kaynakların güvenirliğinin irdelenmesi hiç gerekmez. Ancak, bunların içinde bazılarını hemen ayırt etmek mümkün görünüyor. Bir kez, “Rumeli türküleri” başlığıyla sınıflandırılabilecek bir küme var ki, bunu gerçekliğe uygun kabul etmekte hiçbir sakınca görünmüyor. “Rumelili” olduğu bilinen bir insandan söz ediyoruz ve hem oldukça geniş hem sınırları pek de belirli olmayan bu coğrafyanın türküleriyle şarkılarının onun en sevdikleri arasında yer almasını doğal karşılamak gerekir. Dolayısıyla, onlardan bazılarını dinlemeden geçmek olmazdı; biz de öyle yaptık.

Sonra, birkaç şarkı üzerinde çok durduk; birden çok kez dinledik, demek istiyorum. Kendi kulağımıza hoş geldiği için. Bunlardan biri Leyla Hanım adlı bestecinin bana yakın yaştakilerin çoğunun bildiklerini sandığım hicazkâr şarkısı idi.  Doğal olarak dili çok eskimiş de olsa, güzeldir, buraya aktarmadan geçemeyeceğim:

“Mâni oluyor halimi takrire hicâbım

Üzme yetişir, üzme, firâkınla harâbım.

Mahvoldu sükûnum, beni terk eyledi hâbım,

Üzme yetişir, üzme, firâkınla harâbım.”

Yerinde kullanımının hangi otoriteye dayanılarak belirleneceği bilinmez duruma gelmiş noktalama işaretleriyle yazmaya çalışılınca, doğru okumayı sağlamak hiç kolay olmuyor. Yine de daha çok “şapka” olarak bilinen düzeltme işaretini biraz kural dışına çıkarak kullanmakla, sorun bir ölçüde çözülebiliyor sanki. Ayrıca, “firâk”ın ayrılık, “hâb”ın uyku anlamlarına geldiğini belirterek anlamaya çalışanlara yardım edelim. “Takrir”in anlatma, “hicâb”ın utanç anlamına geldiğini ise herhalde eklemeye gerek yoktur.

Üç akşam önceye mümkün olan en sınırlı biçimde  dönerek devam etmeye çalışırsak, asıl gelmek istediğim noktanın başkası olduğunu söylemem gerekir. Bu arada bütün o şarkıları Safiye, Hamiyet ve Müzeyyen Hanımlardan dinlediğimizi, hoşluk, belki biraz da kıskançlık yaratacağını umduğumuz bir ek bilgi olarak kayda geçirelim.

Asıl gelmek istediğim şarkıyı çoktan beri dinlerim. Fırsat buldukça, kimileyin de kendiliğinden gelmeyen fırsatları yaratarak… 

Yirminci yüzyılda en çok kullanılan birkaç makamdan biri olduğu belirtilen nihavend makamındaki şarkının bestecisi, İstanbullu bir Ermeni olan Kemani Sarkis (ya da Serkis) Efendi. Sözlerini yazana gelince, bazı kaynaklarda hiç belirtilmezken bazılarında bir kadın şair olan İhsan Raif Hanım’ın adı veriliyor ve bu ikinci bilginin doğruluğu genel kabul görüyor.

Şimdi bir ayraç daha: Bu ayrıntıları yazmam, burada söz konusu edilen müzik konusunda bilgili olmakla ilgili değil. Tersine, bilgilerim çok sınırlıdır; hatta, iyi bir dinleyici bile sayılmam. Sadece, bu ayrıntıları, dinlediğim ve burada andığım eserlere ilişkin bir tür künye olarak gördüğüm için belirtiyorum.  

Son zamanlarda banka reklamında bile kullanılmış olsa da dinlemekten vazgeçmediğim bu şarkının ikisi nakarat olmak üzere topu topu dört dize olan sözlerini de vermeliyiz ki, üzerinde üç beş laf etmemiz anlamsız duruma gelmesin:

“Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime,

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime

Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime.”

Bu şarkı hakkında bırakalım sayfalar dolusu yazıyı kitaplar bile yazılmış olduğuna göre, gençler için anlaşılmaz gelebilecek sözcüklere ilişkin açıklamalara bu kez gerek görmüyorum; nasılsa anlamlarına ilişkin bir kulak dolgunlukları oluşmuştur.

Asıl sözü getireceğimiz yere gelirsek, şudur: Geçen akşam birkaç kez başa alarak dinlerken aklıma takıldı. Bizim Kemal Paşa bu şarkıyı nasıl olmuş da sevmiş acaba? Onun bir devrimci olduğu, bir devrime önderlik ettiği ortada. Böyle bir insan nasıl olmuş da burada dile getirilen gibi bir yazıklanmayı, hayıflanmayı, kaygılanmayı dikkate almadan sevip dinleyebilmiş bu şarkıyı? Dinlerken, “geleceğe baktıkça suçlu gibi titremek”ten söz edip duran bir ezgiye nasıl dayanabilmiş; dayanmak bir yana, hoşlanarak kulak verebilmiş? Yoksa, gelecekte kendi devriminin içine düşebileceği bunalımları, karşı karşıya gelebileceği sorunları, yaşayabileceği gerilemeyi  az çok tahmin ettiği için mi bu sözlerden rahatsız olmamış? Yoksa, daha da ötesi, devrimi geliştirebilme gücü ve umudu kalmadığı için, bu tür kötümser öngörüler karşısında tasalanarak ve tasalanmaktan başkasını yapamayacağını fark ederek mi böyle ağlamaklı bir şarkıyı bu özelliğine hiç aldırış etmeden sevebilmiş? Ya şu olasılık: Acaba, öyle bir gelecekte kendisinin de sorumluluğunu kabullenerek, dolayısıyla üzülüp gözyaşı dökerek mi dinlermiş bu şarkıyı?

Biraz daha çoğaltılabilir. Ama, belki de en iyisi, çoğaldıkça fanteziyi aşıp saçmalık düzeyine ulaşabilecek soruları tadında bırakıp sadede gelmek.

Bir bakıma, kendimize yakıştırdığımız konuma dönerek, oradan edilebilecek üç beş sözle tamamlamak.

Çok yazıp söylemişizdir; daha da yazıp söyleriz. Bizim burjuva devrimimiz, iki sözcüğün arasına “demokratik” sözcüğünü de eklemek mümkün, esas itibariyle tamamlanmıştır. Bu eski sözümüzdü. Yenisi bir açıklamayı gerektiriyor: Tamamlanmak bir yana, yeryüzündeki hemen hemen bütün benzerleri türünden, herhangi bir ileri yanı kalmamacasına geriye döndürülmüştür. Bu sonuçta kurucularının ve hem öz hem üvey evlatlarının yanı sıra dışsal etkenlerin de payı vardır. Bunlar arasında bir paylaştırma yapmaksa, bu tür yazıların boyunu aşmanın yanı sıra yapılabilirliği ve gerekliliği tartışmalı bir iştir. 

Ancak, yapılması hiç ihmale gelmez olan şudur: Kuşkusuz tarihsel bir ilerleme oluşturan ve emekçi sınıflarımız için önemli kazanımlara yol açan burjuva demokratik devrimimizin ürünü cumhuriyetin yıkıntılarını toparlayıp ayağa kaldırmanın boş ve umarsız bir çaba olduğunu anlamak ve anlatmak şarttır. Onun güçsüzlük ve benzeri irade dışı etkenlerin sonucu olarak yapamadıklarını da, iradi olarak, bilerek ve isteyerek yapmadıklarını da ancak ve sadece hem sınıfsal niteliği hem işlevsel içeriği bambaşka bir devrim ile onun ürünü olacak yepyeni bir cumhuriyet gerçekleştirebilir. Elbette, hâlâ yapılması gerekenler ile artık bir anlamı ve gereği kalmamış olanlar ayırt edilerek… 

O eski devrimimizin önderleri de gerçek saygınlıklarına asıl o zaman kavuşturulacaklardır. Bunun için gerekli ve kolaylaştırıcı olacak kitle desteğinin şimdiden oluşmuş bulunduğu ise yeterli açıklıkla görülebilmektedir.