Ajit-prop

Ödülünü alırken, “yalnız ve güzel ülkem” diye mi konuşmuştu o sinema yönetmeni? Genellikle beğenilmiş olmalı ki, sonradan çokça tekrarlandı. Kötü ya da yersiz bir seslenme değildi gerçi, ama fazlasıyla safça bir bakışı yansıtıyordu, naiflik dozu çok yoğundu.

Bu ülkede yaşadıkça, yaşama süresi uzadıkça, bu tür naifliklere hak vermek bir yana, git gide, tahammül etmek bile güçleşiyor.

İşte bu güzel ülkemizde, o ülkemizin en çok sanayileşmiş, dolayısıyla en gelişmiş olması beklenen birkaç yöresinden birinde bir doğal felaket daha yaşandı. Her türlü sonuçtan önce, çoktan ulaşılmış olması gereken şu sonuç, bir kez daha kanıtlandı: Bizim bu güzel demeye alıştığımız ülkemizde, hiçbir felaket için “doğal” demek imkânı kalmamıştır. Türkiye, ilk bakışta bir doğa olayına bağlı olarak ortaya çıkan her türlü felaketi, istisnasız olarak ve kesinlikle, toplumsal yahut, söylenmesi biraz tuhaf olsa da, sosyo-ekonomik bir felakete dönüştüren, içinde yaşayanların büyük çoğunluğunun da hâlâ güzel olduğunu sandıkları bir ülkedir.

Ne kadın adı verilmiş bir kasırgaydı, ne erkek adı verilmiş bir kasırga, ne de büyükçe bir deprem. Çokça yağmur yağdı “ah güzel İstanbul’un” hemen yakınındaki bir yöreyi seller bastı, insanlar öldüler, evsiz barksız kaldılar. O arada, zaten üçbeş gündür verilmekte olan meteorolojik raporlar bu yağmurların süreceğini bildirmeye devam etti her türlü medya ile de her yere ulaştırıldı. Derken, aradan 24 saat geçmiş geçmemişken, “vah güzel İstanbul” Amazon ırmağına döndü bir gün önce ölenlerin 4 katı kadar insan daha öldü.

İşte böyle bir güzellik bizim ülkemiz.

Birkaç gün sonra da, bir gece vakti, bu kez başkentte gökyüzü kapkara bulutlarla kaplandı Ankara’nın belediye başkanı televizyonlara çıkıp “Aman ha, alt katlarda oturanlar bu geceyi evlerinde geçirmesinler, üst katlardaki komşularına misafirliğe gitsinler!” diye tarihlerin elbet yazacağı bir uyarıda bulundu. Ama bu kez hiçbir şey olmadı yağmur bile yağmadı. Ne yapsın adam? Takdiri ilahi keşke hep böyle tecelli etse! Tedbir ondan, takdir Allah’tan! Tedbir güzeldi doğrusu, takdir de ona uygun oldu!

O ilim ve feraset dolu tedbirliliği gösteren zat, bizzat Ankaralıların yıllar geçtikçe hiç eksilmeyen mübarek oylarıyla “Ankara’nın padişahı” unvanını kazanmıştı.

Zaten, ülkemizden bile güzel olan İstanbul’da 15 yıl kadar önce benzer bir felaket yaşandığında belediye başkanı olan zat bugün başbakanlık, o zaman üst düzey belediye yöneticisi konumunda bulunan iki zattan da bugün biri çevre bakanlığı, öbürü ulaştırma bakanlığı görevlerini üstlenmiş bulunuyorlardı.

Devlette devamlılık esastı ve bu esastan esaslı felaketler çıkıyordu işte!

* * *

Güzel İstanbul’umuzun sele kapıldığı gün, bir işgünü idi ve vakitlerden de sabah saatleriydi. Bu demektir ki, bir işi olabilmiş şanslı İstanbullular, işlerine gitmek üzereydiler. Onlardan tekstil işçisi 10 kadın da, şansın daha da büyüğü sayılır herhalde, kendilerini işe götürecek bir “servis aracı” içinde yola koyulmuşlardı. Benim bundan sekiz on yıl kadar önce araştırmacı bir arkadaşımdan öğrenip yazdığım Anadolu’nun epey uzak bir yerindeki sınıfdaşlarının sigortalı işçi olarak çalışan bir işçinin bulunduğu komşu aile için “onlar zengin” demeleri gibi, o kadıncağızların da kendi komşularınca zenginlik mertebesine yükseltilmiş durumda bulunduklarını varsayabiliriz.

Ama sonunda, arabanın “şoför mahalli”ne sığmayıp, koyunların bile uzunca bir yol boyunca taşınmasına elverişli olmayan arka mahalline tıkışmış durumdaki 7 işçi, sel sularına kapılarak ve, kuşkusuz, ilahi takdirin kaçınılmaz bir sonucu olarak, bu geçici sınav yerini terk edip asıl dünyaya doğru yola çıkarıldılar.

Bu olaya konu olan servis aracı ve geride kalan işçiler, televizyon ekranlarında bir iki gün boyunca görüntülenip durdular.

Peki, şimdi, dini bütün emekçi kardeşlerimize şöyle bir soru sormak onları incitir mi acaba? Bu olay mademki bir ilahi takdirin sonucudur, bunun siz hangi haksızlıklarla karşı karşıya olduğunuzu göresiniz diye takdir edilmiş olabileceğini niye hiç aklınıza getirmiyorsunuz?

* * *

Tam tarihini ve yerini hatırlamıyorum, bir kenara da not etmemişim bundan 15-20 yıl kadar önce, yine buna benzer bir sel “felaketi” gerçekleşmişti. Elbette, çoğu kez olduğu gibi, yok yoksul emekçi mahallelerini basan bir felaketti. Gece uyumaya yatağa giren insanların, sabah olurken, cesetlerinin sel sularında yüzdüğünü okumuştuk gazetelerde. O günlerde bir şiir yazmıştım. On yıl kadar önce yayımlandı da. Şöyleydi:

sular seller basmış kör uykularını

üç buçuk malını mülkünü götürmüş

ne var ne yok evde bütün horantayı

dersin ya ebenin damını görmüşsün

bir de dini bütün müminsen eğer

mümkünü yok kösnül düşlere dalmanın

gerçi kalmışsa hâlâ bir zındıklığın

bir kereden ne çıkar diye avunan

kapılırsın düşlere neden olmasın

hatta yazabilirsin de öğrenmişsen

asker günlerinde dövüle sövüle

ama haykırabilir misin korkmadan

yatağa girerken koynunda olanın

seher vakti mevta olup yüzdüğünü

söz gider yazı kalır deseler bile

hepsi gider suskunluk kalır üstünde

kan mı besini bilinmez bu toprağın

ey bu topraklarda sürünen yurttaşlar

böyledir işte bir halt anlamazsanız

dur aman diyemeden ananız ağlar

* * *

Şimdi, iki soru geliyor aklıma:

Birincisi, gerçi şiirde pek fazla terbiye aranmaz ama, böyle yazarken herhangi bir terbiyesizlik ve/veya halka saygısızlık yapmış mıyım?

İkincisi, bu yazının başlığını o şiirin başlığından aynen aldım. Allah Allah! Niye öyle bir başlık koymuşum acaba?