2017’ye bakarken üç tarz-ı siyaset

İngiliz edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton “İyimser Olmayan Umut” adlı eserinde ‘’iyimserlik- kötümserlik’’ ikiliğiyle ‘’umut’’ arasında kritik bir ayrım yapar. Buna göre, iyimserlik işlerin her durumda daha iyiye gideceği yönünde mesnetsiz bir ön kabule dayanır. Maddi gerçekliğe karşı bir tür bağışıklık geliştiren iyimser, kanaatlerini gerçeklikle sınamak zorunda hissetmez. İnkarda bulunan avuntu kendisini tipik olarak sığ klişelerle ifade eder. Bardağın dolu tarafını gör, pozitif düşün, enseyi karartma, hayata gülümse, zıpla, her şey çok güzel olacak… Bu meseleye hasredilmiş sayısız “iyi-hisset” filmi, sabun köpüğü şarkısı, kişisel gelişim kitabı ve türlü “New Age” şarlatanlığıyla iyimserlik bugün dev bir endüstridir. İyimserliğin aynadaki simetrisi kötümserlik de başka bir ön kabulden yola çıkar. Yapıp ettiklerimizden bağımsız olarak her şey kötüye gitmektedir. İyimserin teflon neşesini haklı olarak samimiyetsiz bulan kötümser sinik bir gülümsemeyle karşılık verir. Dünya berbat bir yerdir, insanoğlu çiğ süt emmiştir, “burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”dir… Birbirinin zıddı iki haleti ruhiye arasında aslında çok temel bir benzerlik vardır. İkisi de hem maddi gerçekliğe iyi ya da kötü değişmez bir öz atfederler hem de kendi eylemleriyle bu gerçekliğin arasındaki bağı bütünüyle kopartırlar. Umut tam da bu noktada düşman kardeşlerden ayrılır. Zira, geleceğe dair sahici bir beklenti ancak beraberinde bireyin kendisini özneleştireceği bir dönüşümle ete kemiğe bürünebilir. Maddi gerçeklik insan etkinliğinin tarihsel bileşkesi olduğu ölçüde bize dışsal değildir. Marx’ın meşhur “İnsanlar kendi tarihlerini yaparlar, ama kendi seçtikleri koşullarda değil” ifadesi içerisinde bu tür bir anlayışı barındırır. Dolayısıyla umut basitçe bir mizaç meselesi değildir, hazır gelmez, kurulması ve korunması çaba ister, sorumluluk gerektirir.

Geride bıraktığımız yılın geniş anlamıyla toplumsal muhalefet açısından bilançosunu bu üç haleti ruhiye üzerinden değerlendirebileceğimizi, dahası bu üç haleti ruhiyenin giderek birer siyasal varoluş tarzına dönüştüğünü düşünüyorum. Kötümserlerle başlayalım. Kabul etmek gerekir ki memleketin haline bakıp karalar bağlamak isteyenler için oldukça bereketli bir yıl oldu. OHAL’in süreklileşmesi, KHK’larla yönetimin kanıksanması, Erdoğan’ın şöyle ya da böyle referandumdan galip çıkarak fiili tek adam rejimini resmileştirmiş olması karanlık bir tablo oluşturmaya yeter de artar bile. AKP’li belediyelerdeki tasfiyenin CHP’li belediyelere de sıçraması ve HDP’li belediyelerin bir bölümünün zaten bir süre önce kayyuma devredilmiş olması kurumsal siyaset sahnesinde Erdoğan’ın mutlak iktidarı önünde herhangi bir engel olmadığı yönündeki kanaati güçlendirdi. Gemi azıya alan yandaş kalemlerin tehditleri, Diyanet’in bitmek bilmez fetvaları ve aba altından iç savaş sopası gösteren son KHK da tuz biber ekti. Sonuç olarak, bu cephede gidebilen yurt dışına gitti, gidemeyen başını önüne eğip kabullendi, karınca kararınca kurtarılmış bölgelerine çekilmeyi tercih etti. Nadir heyecan dalgalanmalarını saymazsak memleketten bir halt olmayacağı yönündeki kadim tez bir kez daha tasdik edilmiş oldu.

İyimserler cephesinde ise karışık ve gelgitli hislerin hakim olduğunu söyleyebiliriz. Oturduğu yerden işlerin düzelmesini bekleyenler önce varını yoğunu referandum sonuçlarına bağladı, sonra Akşener’in İyi Partisi’ne, sonra Zarrab Davasına. AKP döneminde servetini beşe katlayan holdinglerin Atatürk anmalarında duygulandı, Yılmaz Özdil’le içinin yağlarını eritti, Halk TV’de “Uğur Dündar’la Katarsis” programında kendinden geçti. Erdoğan’ın içeride ve dışarıdaki çeşitli muarızlarıyla didişmelerini tenis maçı izler gibi izleyenlerin bugünlerdeki gözdesi Abdullah Gül. Gruptan çıkması diğer maçların sonuçlarına ve matematiksel olasılıklara kalmış takımlar gibi hesap yapmakla meşgul. Gül aday olsa, küskünler parti kursa, Akşener yüzde yedi götürse şansımız devam ediyor… Tam da bu noktada iki cephe arasında özellikle referandum sırasında yoğunlaşan geçişkenliğe değinmek gerekiyor. 15 yıllık tahribatın bir sandıkta sıfırlanacağı yönündeki ham hayal yerini hızlıca hüsrana bıraktı ve iyimserlerin bir kısmı kendilerini bir kez daha kötümser saflarda buldular. Bu aslında hiç de şaşırtıcı değil çünkü her iki cephe beklentilerini ya da beklentisizliklerini kendi siyasal eylemliliklerine değil, başka güçlere havale etme konusunda ortaklaşıyorlar. Sonuç, kah iyimser kah kötümser uçta salınan bir tür bipolar bozukluk oluyor.    

Bir de umut cephesi var. Bu cephe, 2017’ye baktığında kadiri mutlak bir rejim değil, manevra alanı daralmış ve kırılganlaşmış bir rejim görüyor. Karşımızda içeride rıza üretmekte güçlük yaşayan, bu güçlüğü ancak zor aygıtına abanarak bertaraf edebilen, kentli nüfusun ağırlıklı kesimini kendisine yabancılaştırmış, dış politikada darbe üstüne darbe yiyen bir iktidar bulunuyor. Kısacası, davul zurnayla ilan ettiği Yeni Türkiye vizyonunu hayata geçirecek iktisadi, siyasi ve ideolojik kaynaklardan mahrum bir iktidarla karşı karşıyayız. Ne var ki, zahmetsiz reçetelerle, hazır çözümlerle armudun pişip ağzımıza düşmesini bekleyerek bunun bir adım ötesine geçmek mümkün değil. Bilakis, bu durum kitlelerin kendi kaderlerini ellerine alacakları direngen bir mücadele hattının adım adım örülmesini gerektiriyor. Aksi takdirde, bipolar bozukluktan kurtulma şansımız yok. Bir Anglosakson deyimini ödünç almak gerekirse, bilmemiz gerekiyor ki o saray kendi kendisini devirmeyecek.