Burjuvazinin gizli seçiciliği

Geçtiğimiz günlerde toplanan 48. TÜSİAD Genel Kurulu’nda Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan, piyasa ekonomisinin başarısızlıklarına dikkat çeken bir konuşma gerçekleştirdi. Aynı günlerde İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan’ın basına verdiği demeç de temel olarak “plansızlık ve ölçüsüzlüğün” yarattığı olumsuzlukları temel alıyor. Bu ilgi çekici açıklamalara dair bir değerlendirmeye geçmeden önce, söz konusu konuşmaların öne çıkan noktalarını özetleyelim.

“Liberal demokrasi, hukuk devleti ve piyasa ekonomisinin tüm dünyaya barış ve refah getireceği beklentisinin boş çıktığını itiraf etmek durumundayız” diyen Özilhan’a göre;  dünyanın ağırlık merkezinde siyasi, askeri ve kültürel olarak batıdan doğuya doğru bir kayma söz konusu; devlet güdümündeki ekonomiler daha hızlı büyüyor; değişime ayak uydurabilmek için hızlı kararlar, hızlı kararlar içinse güçlü liderler gerekiyor.

“Kapitalizm lehine ölçüsüz bir değişim artık bize fazla geliyor” şeklinde konuşan Bahçıvan’a göre ise, rant arayışı nedeniyle fabrikalar sık sık farklı yerlere taşınıyor; “plansızlık ve ölçüsüzlük” sanayicileri teknolojik yatırımlardan alıkoyuyor; sanayicilerin “rant şehveti”ne kapılmalarının engellenmesi için uzun vadeli bir “planlama” yaklaşımının canlandırılması gerekiyor.

Bayram değil seyran değil, kapitalistler kapitalizmi neden eleştirdi? Başka bir deyişle, sermaye sınıfının iki önemli sözcüsünün ardı ardına kapitalizmin başarısızlıklarına dikkat çeken açıklamalar yapmasını nasıl yorumlamalıyız?

Bu sorunun iki düzeyde ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, kapitalizme yönelik bu tür bir “eleştirel tutum”un artık kapitalist ethos’un ayrılmaz bir parçası haline geldiğini kabul etmemiz gerekiyor. Serbest piyasanın yıkıcı sonuçlarından şikayet etmek, gelir dağılımındaki çarpıklıkları gözler önüne sermek ve harcıalem bir sosyal adalet çağrısı yapmak, günümüzün “toplumsal sorunlara duyarlı işadamı” imajının gereklilikleri arasında. Sermayedarların kamusal imajlarını düzeltme faaliyetleri kapsamında değerlendirmemiz gereken bu yönelimin kökeni 1970’li yıllar kadar götürülebilir. Yeşilçam filmlerindeki maddiyat düşkünü, merhametsiz, para babası fabrikatör figürünün yerini rafine sanatsal zevklere ve entelektüel donanıma sahip, vizyoner kanaat önderi olarak işadamı figürünün almasının ancak yoğun bir halka ilişkiler stratejisi sayesinde mümkün olabildiğini biliyoruz. Türkiye’de bu yönelimin öncü ismi, verdiği demeçleri Marx’tan alıntılarla süslemeyi seven İshak Alaton idi. Kapitalizmin toplumsal meşruiyetine büyük bir darbe indiren 2008 krizi sonrasında, bu tür eğilimler ayrıksı olmaktan çıkıp anaakım hale geldi. Dahası, Alaton’dan bayrağı devralan Ali Koç, 2015 yılındaki G20 Zirvesi’ndeki “gerçek sorun kapitalizmdir” açıklamasıyla çok daha keskin bir çıkış yapmıştı.[1] Dolayısıyla, Özilhan’ın ve Bahçıvan’ın açıklamalarında aslında yeni bir şey yok. Sermaye cephesinden gelen bu tür sade suya tirit “sistem eleştirileri”ni artık vakayı adiyeden saymak gerekiyor.

İkinci düzey, daha gerçek bir tartışmayla ilgili. Sözcülerinin Türkiye kapitalizmine dair tespit ve önerilerinden yola çıkarak sermaye sınıfın güncel yönelimlerine dair ne gibi çıkarımlarda bulunabiliriz? Söz konusu açıklamalar, sermaye sınıfının birikim rejiminde kapsamlı bir dönüşüm talep ettiği anlamına geliyor mu? Dile getirilen rahatsızlıklar, sermaye sınıfı ve siyasi iktidar arasındaki ilişkilere dair bize ne söylüyor?

Bu düzeyde tartışırken toptancı değerlendirmelerden ve acele sonuçlardan kaçınmakta fayda var. Aksi takdirde, tek bir demeçten yola çıkarak uzun tarihsel süreçlere dayanan tercihlerin geçersizleştiğini öne sürmek mümkün olabiliyor. İktidarın “yerli ve milli” müttefiği Doğu Perinçek’in Özilhan’ın sözlerine dayanarak yaptığı değerlendirmeler, böyle bir akıl yürütmenin varabileceği fantastik sonuçları göstermesi açısından önem taşıyor. Perinçek’e göre, Özilhan’ın sözleri TÜSİAD’ın Atlantik bloğundan kopuşu ve Avrasyacılık projesine iltihakı anlamına geliyor. Perinçek’in çok uzak olmayan bir geçmişte “küresel mafyanın tefecileri”, “vatansızlar diktasının kulübü”, “emperyalizmin acentası” gibi sözlerle andığı TÜSİAD, bir gecede “vatansever sanayiciler”e dönüşüyor.

Benzer bir eğilim aksi yöndeki iddialar için de geçerli. Yani, sözcülerin “kentsel rantın üretici sektörleri olumsuz etkilediği”, “hukuk devletinin erozyonunun ve keyfi uygulamaların adil rekabeti engellediği”, siyasal kutuplaşmanın milli birlik ve beraberliğe zarar verdiği” minvalindeki açıklamalarından yola çıkarak sermaye sınıfının siyasi iktidarla mesafesini açtığı ya da köprüleri attığı sonucuna ulaşmak da aynı ölçüde yanlış. AKP’li yıllar boyunca TÜSİAD ve iktidar arasındaki “şiir gibi uyum” ve “tebrik plaketlerinden” “derin endişe” belirten mektuplara kadar uzanan gelgitli bir seyir izledi. Ne var ki, Haziran 2013’ün açtığı parantez kapsamında değerlendirilmesi gereken ve gerçek bir restleşmeye doğru giden yüksek gerilim dönemini hariç tutarsak, anlaşmazlıklar hep sürtüşme düzeyinde kaldı. TÜSİAD ne 1979’daki gibi açık ve doğrudan bir hükümet devirme girişiminde bulundu ne de “yatırım boykotu” türünden keskin kararlara meyletti.

Böyle bir bağlamda değerlendirildiğinde, Özilhan ve Bahçıvan’ın açıklamalarına rengini veren eleştirel dilin, yeni bir yönelimin habercisi olduğunu iddia etmek güç.[2] Bilakis, eldeki veriler, sermaye sınıfının darbe girişimi sonrasında yerleştiği “milli mutabakat” çizgisinde yoluna devam ettiğini gösteriyor. KHK rejiminin karar süreçlerine getirdiği hız ve pratiklik, OHAL’in sunduğu ekstra imkanlar ve geçtiğimiz hafta bir kez daha devreye sokulan “grev yasağı” silahıyla, Erdoğan iktidarı sermaye için vazgeçilmez fırsatlar sunmaya devam ediyor. Bu durum, sermaye mantığı ile hukukun üstünlüğü ve liberal demokrasi arasında zorunlu bir ilişki varsayan tezi bir kez daha yanlışlıyor. Hal böyleyken, sermaye Erdoğan’a verdiği zımni onaydan vazgeçmiş değil. Bu onayın hiçbir zaman, TÜSİAD’ın Erdoğan’ın amigoluğuna soyunduğu bir forma bürünmesini beklemeyelim. Bilakis, TÜSİAD’ın hükümete karşı ”kararında” ve “seçici” eleştirelliği ve her iki taraf için de daha tercih edilir bir durum.


[1] Galip Munzam’ın Ali Koç’un içine Engels mi Kaçtı? Başlıklı yazısı bu meseleyi kapsamlı bir şekilde ele alıyor.  

[2] Yalnızca, sermaye cephesinin on yıllar önce tukaka edip rafa kaldırdığı planlama mevhumunun yeniden zikrediliyor olmasının dikkat çekici olduğunu belirtmekte fayda var. Bu konu bir başka yazıda ele alınmayı hak ediyor.