Thatcher’dan Çipras’a uzanan yol

1970’li yıllarda Avrupa sosyal demokrasisi ikinci baharını yaşıyordu. Birçok Avrupa ülkesinde iktidarı elinde tutan, bazılarında da etkili bir muhalefet odağı olan sosyal demokrat partiler, bugünkünden oldukça farklı bir konumlanış içerisindeydiler. Öncelikle, söz konusu partiler kendilerini basitçe parlamenter siyasetle sınırlandırmıyor, siyasetlerini örgütlü sınıf hareketi üzerine bina ediyorlardı. İkincisi, dönemin diğer düzen içi siyasal akımlarından belirgin bir şekilde farklılaşan ve bugünün ölçütleriyle bakıldığında oldukça iddialı sayılabilecek bir ekonomi-politik program öneriyorlardı. Üçüncüsü, söz konusu partilerin içerisinde siyasal ufku dizginlenmiş ve düzenlenmiş bir kapitalizmin ötesine geçen radikal eğilimler barınabiliyordu. Bu eğilimler için, sosyal demokrasi basitçe kapitalizmle bir arada yaşamayı kabullenmek değil sosyalizme tedrici bir geçiş sürecini ifade ediyordu. Söz gelimi, İsveç’te 1970’lerde gündeme gelen Meidner planı sendikal hareketin yalnızca daha iyi ücretler ve çalışma koşulları için değil, yönetime katılma talebini de gündeme alması gerektiğini vurguluyor, uzun vadede üretim araçlarının kolektif mülkiyetini hedefliyordu. Benzer radikal eğilimler diğer partilerde de mevcuttu.   

70’lerin ikinci yarısına damga vuran çok boyutlu iktisadi kriz, bugün neoliberalizm olarak adlandırdığımız yaklaşımı iktidara taşıdı. Bu anlayışın öncülerinden Margaret Thatcher’ın İngiltere’de 1979’da iktidara geldiğinde ilk icraatı sendikal harekete savaş açmak oldu. İnanmış bir “soğuk savaşçı”, tutarlı bir işçi düşmanı ve bağnaz bir anti-komünist olan Thatcher’ın programı, sağ siyasetin bilindik temalarını yeni bir ideolojik kurgu dahilinde canlandırmak üzerine kuruluydu. İktisat “bilimi”nin yasalarına göre, özelleştirmeler zorunluydu, “başka alternatif yoktu.” Zaten “toplum diye bir şey de yoktu, sadece bireyler ve aileleri vardı.” Thatcher ve dava arkadaşlarının zaferi, örgütlü emeğin uzun yıllar süren dişe diş mücadeleler sonucunda sağladığı kazanımları geri alarak sermaye sınıfının gücünü tahkim edilmesi anlamına geldi. Gerisi bildiğimiz hikaye. Emeğin örgütsüzleştirilmesi, kamusal varlıkların özelleştirilmesi ve siyasetin teknokratikleştirilmesi süreçleri sosyal demokrasinin 1970’lerde üzerinde yükseldiği maddi zemini bütünüyle ortadan kaldırdı. Sonuç, düzen içi bütün siyasi aktörlerin neoliberal doktrin arkasında saf tutması oldu.

Yunanistan, neoliberal politikaların birikimli sonuçlarını 2009 yılından beri ağır bir biçimde deneyimliyor. Dünyayı sarsan finansal krizin sonucunda kamu maliyesi çöken ve borçlarını ödeyemez hale gelen ülke AB, AB Merkez Bankası ve IMF’den oluşan Troyka imzasını taşıyan bir kemer sıkma programına dahil edildi. Program beraberinde derin bir ekonomik durgunluk, rekor işsizlik oranları ve dramatik bir yoksullaşma getirdi. Bu sürecin yarattığı toplumsal rahatsızlık, geleneksel partileri adeta yok ederek siyaset sahnesini altüst etti.

Syriza, çöküşün müsebbibi olarak görülen ve ülkenin anahtarını Troyka’ya teslim etmiş merkez partilerden farklı olma iddiasıyla büyük siyaset sahnesine çıktı ve Troyka’ya karşı boyun eğmeme iddiasıyla seçimleri kazandı. 2015’in Ocak ayında büyük umutlarla başa geçen Çipras hükümeti Ağustos ayı geldiğinde Troyka’ya bütünüyle teslimiyet anlamına gelen üçüncü borç antlaşmasını imzalamıştı bile. Bu antlaşma kapsamında alacaklı kuruluşlar, ülke ekonomisinin üzerinde denetimlerini tahkim ettiler; kamusal varlıkların özelleştirilmesinin önündeki engeller kaldırıldı ve emekçi sınıfların üzerindeki kemer sıkma baskısı katlanarak devam etti. Syriza’nın merkez partilerine alternatif yaratma ve Yunan halkını aşağılayan bir anlaşmaya direnme sözü 8 ay içerisinde mutlak bir şekilde tarihe gömüldü.

Syriza-Anel hükümetinin 15 Ocak’ta meclisten geçirdiği yasa paketine ve bu paket etrafında yaşanan mücadelelere bakarken böyle bir bağlamı hatırlamakta fayda var. Troyka heyetiyle imzalanan antlaşma kapsamında alınacak 4 milyar Avro’luk desteğin ön koşulu olarak geçen 1531 sayfalık paket, son ayların en kitlesel grevine ve yoğun protesto eylemlerine neden oldu. Başbakan Çipras’ın “yaz aylarında bitecek olan zorlu kemer sıkma dönemi öncesi son fedakarlıklar” olarak niteleyerek önemsizleştirme ve sıradanlaştırma çabalarına karşın, paket emekçi sınıflara karşı kapsamlı ve çok boyutlu bir saldırı hamlesini ifade ediyor. Saldırının niteliğini anlamak için öne çıkan birkaç noktaya bakmak yeterli. İlk olarak, aralarında toplu taşıma, su ve kanalizasyon, posta hizmetleri gibi altyapı hizmetlerini üstlenmiş şirketlerin bulunduğu 14 kamu şirketinin kayda değer miktarda hissesi özelleştirme fonuna devrediliyor. İkincisi, Yunanistan’da borçlarını ödemekte zorlanan binlerce hane halkının borçları karşılığında evlerinden çıkarılmalarını kolaylaştırma amacıyla, borçlu mülklerin internet üzerinden açık arttırmaya çıkartılmasını öngören bir uygulamaya geçiliyor. En önemlisi ise, sendikaların grev kararı almalarını zorlaştıran 211. madde yoluyla Yunan emekçilerin en güçlü silahı etkisizleştirilmeye çalışılıyor. Özetle, en cevval sağ hükümetlerin dahi el sürmeye cüret edemediği temel haklar, kendisini solda tanımlayan bir hükümet tarafından yok edilmeye çalışılıyor.

1970’li yılların sosyal demokrat partileri, sosyalizme geçiş konusunda değilse de emek hareketinin kazanımlarını ilerletme, sermayenin gücünü sınırlandırma ve etkin bir refah devleti inşa etme konusunda gerçek bir maddi zemine oturuyorlardı ve bu doğrultuda önemli ilerlemeler kaydettiler. 45 yıl sonra Syriza, 70’lerin sosyal demokrasisinin ancak soluk bir kopyası olabilecek bir programla ortaya çıktı ve dünya solunda büyük bir heyecan dalgası yarattı. Bazılarına göre, Syriza deneyimi 21. yüzyılda sosyalizm mücadelesi için model oluşturacaktı. Bırakın sosyalizmi, mütevazı sosyal demokrat programının yanına dahi yaklaşamadan, emekçi sınıflar yararına tek bir kazanım sağlayamadan teslimiyet bayrağını çekti. Daha birkaç yıl önce sosyalistliğine toz kondurulmayan Syriza, gelinen noktada grev yasaklama görevini üstlenmiş durumda. Thatcher bugünleri görse şüphesiz Çipras’la gurur duyardı.