Erdoğan İslamcılığı dünyaya yayabilecek mi?

“Ortadoğu’nun tek laik ülkesi” denirdi Türkiye için bir zamanlar; övünmek için bir vesileydi. Tam olarak doğru değildi bu söylenen, örneğin Suriye de pekala laikti, Türkiye’deyse laiklik oldukça uzun bir süre boyunca kemirilmiş, zayıf düşürülmüştü. Ama yine de kralların, emirlerin, şahların, prenslerin hükmettiği, dini esaslarla yönetilen ülkelerin istisna olmadığı bir coğrafyada “laik cumhuriyet”in bir gurur kaynağı sayılması elbette iyi bir şeydi.

Şimdi?

Ürdün Kralı’nın dinci rejim ihracı ile itham ettiği bir ülke durumunda Türkiye. Daha da ilginci Vahhabiliğin yaygınlaşması için yıllarca geniş bir ağ kuran şeriatçı Suudi Arabistan AKP’nin birçok ülkede dinci fanatiklere verdiği destekten rahatsız. Bu rahatsızlığın erdemli bir yaklaşımın ürünü olmadığı açık olsa da, sonuçta şöyle bir tablo ile karşı karşıyayız: AKP iktidarı Türkiye’de topluma kabul ettiremediği için daha yavaş ama kararlı adımlarla ulaşmak istediği İslamcı bir siyasal yapı için başka ülkelerde fazlasıyla tez canlı davranıyor ve en gerici rejimlerin bile tepkisini çekiyor.

Bu açıdan eski Sovyet cumhuriyetlerinde aradığını bulamadı Türkiye. Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan gibi ülkelerde sosyalizm yıkılmıştı ama dinselleşme belli sınırların ötesine geçemiyordu. 

Benzer bir “hayal kırıklığı” Balkanlarda da yaşanıyor. Bosna’ya çok sayıda ülkeden köktendinci militan ulaşmış ve Türkiye’nin bu doğrultuda büyük çaba harcamış olmasına karşın, halk İslamcı bir yönelime girmeye isteksizdi.

Eski Sovyet cumhuriyetleri ve Balkanlar tutmadı ama Suriye, Mısır ve Libya’da din esaslı rejimler kurulsun ya da yerleşiklik kazansın diye büyük çaba harcanmaya devam ediyor.

Bu çabaların yalnızca AKP’nin ideolojik tercihlerinin ürünü olmadığı açık. Müslüman Kardeşlerin bir sermaye kardeşliğine dönüşeceği, giderek daha da sertleşen uluslararası rekabette Türkiye’nin Sünni ekseninde büyük ekonomik avantajlar elde edeceği düşüncesi AKP’nin dış politikasına rezervle bakan patron dünyasının çekincelerini hafifletiyor. 

Ancak, uzun bir süredir mayınlı arazide koşturan Erdoğan’ın sermaye sınıfı için açmayı vadettiği kanallardan daha fazlasının kapanabileceği bir döneme giriliyor. Örneğin, toplamda 160 milyar dolar civarında gezinen ihracat hacminin kritik bölümünü Avrupa Birliği ve ABD oluştursa da, Türkiye’nin dış politikasının doğrudan huzursuz ettiği Hindistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerde ortaya çıkacak (ve çıkma eğilimi gösteren) kayıpların ihmal edilemeyecek boyutta olduğu not edilmeli. Nitekim Erdoğan’ın ülkedeki Müslüman nüfus içinde giderek artan ağırlığından rahatsız olan Hindistan’ın Türkiye’den demir-çelik ithalatını sonlandıracağını açıklaması basit bir mesele olarak değerlendirilmemeli. 

Öyle gözükmektedir ki, İsrail örneğindeki gibi siyasal gerilimleri ekonomik ilişkilere yansıtmama tercihi herkes için geçerli değildir. Sonuçta bazı ülkelerin, dinsel referansları paraya, parayı dinselleşmeye tahvil etme konusunda abartılı bir heyecanla hareket eden Erdoğan’a tavır alma ihtiyacı hissetmesi doğal karşılanmalı.

İran’ı, Suudi Arabistan’ı ve bir açıdan Mısır’ı İslam dünyasında baypas edip Malezya ve Pakistan’la yeni bir odak yaratmaya kalkan Türkiye’ye kimsenin böyle bir etki alanını altın tepside sunması beklenmemeli. Yıllar önce cemaati tepe tepe kullanarak dünyanın dört bir yanında kendisine tutamak noktaları oluşturmayı beceren Türk sermayesi, aynı tarzı cemaatsiz sürdüren AKP’nin büyük oynarken küçük sayılamayacak kayıplara yol açmasına uzun süre seyirci kalmayacaktır. 

Fethullahçılar gerektiğinde İslamcılığın ötesine geçen bir pragmatizmle yol alırken, AKP son dönemde pragmatizmi boğan tercihlerle hareket ederek uluslararası alanda çok fazla aktörün Türkiye’ye karşı gardını almasına neden oldu. 

Bu tabloda AKP iktidarının Libya’da bir ateşkese şiddetle ihtiyacı vardı. Türkiye’nin oyuna ortak olmak, pazarlık gücü elde etmek için açıktan dahil olduğu Libya’daki mücadeleyi “BM tarafından tanınan meşru hükümetin” kazanma imkanı bulunmuyor. Çünkü AA’nın ve yandaş medyanın ısrarla “meşru” olarak tanımladığı hükümet ne dendiği kadar meşru ne de tam olarak bir hükümet! Bu tabloda Hafter güçlerinin ilerleyişini durduran ve “meşru hükümet”e tutunma olanağı sağlayan bir ateşkes AKP’ye iyi gelecekti. Şimdilik olmadı ve Türkiye bir anda sermaye sınıfımızı tedirgin edecek bir sıkıntı ile karşı karşıya kaldı. Erdoğan’ın gözdesi Malezya ve Pakistan henüz Türkiye ekonomisi için özel bir anlam taşımıyor. Buna karşılık “ideolojik” yükü artmış bir dış politika pratiğinin Irak’tan başlayarak oldukça geniş bir alanda ve çok sayıda ülkeyle ekonomik ilişkilerde kırılmalara yol açma olasılığı giderek daha belirgin hale geliyor.

İşte bu nedenle Ürdün Kralı’nın Türkiye’ye bir nevi laiklik dersi vermesini önemsemek gerek. İhvanı, Müslüman Kardeşleri iktidara taşımak için kendini paralayan bir iktidara Müslüman Kardeşliği’nin bir “hayal” olduğunun bir kez daha hatırlatılmasıdır bu.

Bir stratejik dehanın ürünü gibi sunulan Libya açılımının askeri olmasa da siyasi ve ekonomik bir fiyaskoya dönüşmesini engellemek için Erdoğan’ın dış politikada birden fazla noktada keskin dönüşler yapmak durumunda kalacağı açık. Bunların işe yarıp yaramayacağını bir sürü faktör belirleyecek. Ancak dünyada giderek daha da kuralsızlaşan tepişme ortamında AKP’nin dış politikada girdiği yolda hasar almaması söz konusu değil. Bütün güçleriyle hasarı sınırlandırmaya çalışacaklar.

Olan yobaz fanatizminin ve sermayenin kâr hırsının “milli çıkar” diye pazarlanmasına hâlâ ses çıkaramayan halkımıza olacak. Gelsin şişkin faturalar, gelsin yeni vergiler, gelsin hayat pahalılığı!