Heidegger, Üniversiteler ve Kapıcı Çocukları

Yirminci Yüzyılın en önemli filozoflarından biri olarak kabul edilen Martin Heidegger, 1933 yılında, Nazilerin iktidara gelmesinin hemen ardından, Freiburg Üniversitesi rektörlüğünü kabul eder ve yaklaşık on ay boyunca bu görevde kalır. Heidegger bu sürenin sonunda rektörlüğü bırakmak zorunda kalmış olsa da, Nasyonal Sosyalist rejimle doğrudan doğruya karşı karşıya gelmez bilakis Nazizm’in dünyayı kendisinin inandığı bir şekilde dönüştürebileceğine olan kanaatini muhafaza etmeye devam eder.

Heidegger’in 1933 yılının sonunda bir öğrenci gazetesinde yayınlanan şu satırları onun Nazilere ve Hitler’e verdiği desteği çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Alman öğretmenler ve yoldaşlar! Alman yurttaşlarım! Alman halkı führer tarafından bir seçim yapmaya çağırılıyor… Yarın halk aslında kendi geleceğini seçecek. Bu seçim daha önce yapılmış hiçbir seçimle kıyaslanamaz. Bu seçimin benzersizliği onunla alınacak kararın basit ihtişamından geliyor. Basit ve son olan, acımasızlığı yüzünden ertelemeye izin vermez. Bu nihai karar Volk’umuzun (ulusumuzun) varoluşunun en üst sınırlarına işaret eder.”

Türkiye’de Heidegger çapında filozoflar ve akademisyenlere rastlamak çok mümkün olmasa da, Heidegger’in Nazi rejimiyle kurduğu ilişkinin benzerine, yani iktidara biat etme ve iktidarın akademisyeni olma haline sıkça rastlanmaktadır. Bilimin ancak otoriteyle arasına bir mesafe koyabildiği ölçüde gelişebileceğini ve üniversitelerin de ancak eleştirel düşüncenin varlık bulduğu yerler olabildikleri ölçüde gerçekten üniversite sıfatını taşımayı hak edeceklerini biliyorsak eğer, iktidarla akademi ve akademisyen arasında kurulan ilişkiyi de sorgulamamız gerektiğini biliyoruz demektir.

Türkiye’nin bütün üniversitelerinin rektörlerinin, sıradan birer bürokratmışçasına Dolmabahçe Sarayı’na çağrılmaları ve kendilerine başbakan tarafından ne yapıp ne yapmamaları gerektiğinin söylenmesi, rektörlerin ve akademinin geri kalan üyelerinin de buna dair herhangi bir itirazları olmaması, iktidarla akademi arasındaki ilişkinin geldiği noktayı göstermesi bakımından önemlidir. Başbakan’ın konuşmada geçen “üniversiteler statükonun kaleleri olmayacak” mealindeki sözleri, iktidarın üniversitelerden ne beklediğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Üniversiteler artık, AKP eliyle kurulmakta olan yeni rejimin kaleleri olacaklardır ve üstelik bu süreçte muhalif her ses yeni rejimin doğasına uygun bir şekilde, bastırılacaktır. Toplantıyı protesto eden öğrencilere yönelik şiddetin boyutları bu bastırma isteğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yeni rejimde üniversiteler, eleştirel ve bilimsel düşüncenin değil, iktidarın meşruiyetinin ve hegemonyasının üretildiği yerler olacaktır.

***

Erdoğan’ın, rektörler toplantısından sonra katıldığı İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği’nin düzenlediği 6. İmam-Hatipliler Kurultayı’nda yaptığı konuşma ise, daha önceki yazılarımızda sıkça bahsettiğimiz, “hem muktedir hem muhalif” söylemin mükemmel bir örneği olarak karşımızda durmaktadır. Rektörler toplantısındaki muktedir başbakan, İmam Hatipler kurultayında muhalif başbakana dönüşmüş durumdadır. Sadece bu da değil konuşma, Türk sağının kitlelerle kurduğu ilişkide ve her daim onların teveccühünü kazanabilmede nasıl başarılı olduğuna dair de son derece önemli ipuçları vermektedir. Konuşmanın kanımca en önemli bölümünde Erdoğan şöyle demektedir:

“‘Meslek lisesi öğrencileri, üniversite okumasın' dediler, 'meslek lisesi mezunları mühendis olmasın, tıp fakültelerine, siyasal bilgilere, hukuk fakültelerine gitmesin' dediler. Meslek lisesi mezunları kamuda görev almasın, idareci olmasın, kaymakam, vali, milletvekili, bakan, başbakan olmasın istediler. Çünkü, kapıcının çocuğunun okumasından rahatsız oldular. Onun için 'bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam' dediler bu milletin evlatlarına. 'Yozgat'ın, Sivas'ın, Erzurum'un köylüsünün çocuğu gelip başımıza kaymakam olmasın' dediler, 'Muş'un, Bitlis'in, Bingöl'ün çocukları valilik yapmasın' dediler. Aydın'ın, Muğla'nın İzmir'in yoksul varoşlarından mühendis çıkmasın, doktor çıkmasın, avukat, hâkim, savcı çıkmasın istediler.

Milletin emanetine, milletin hazinesine sahip çıkacak, onu büyük bir hassasiyetle koruyacak, kollayacak, gözetecek Anadolu çocuklarının yetişmesinden hazzetmediler. 'Başörtüsü' deyip kızları eve hapsetmek istediler. Onlar gitsinler kapıcılık yapsınlar, onlar sadece el ayak işlerine baksınlar, onlar çay getirip çay götürsünler, onlar etkin konumlarda olmasın istediler. 'Katsayı' deyip yoksulları köylerine sıkıştırmak istediler.

Bu elitistlere, bu seçkincilere, bu statükoculara karşı eğitim mücadelemizden taviz vermedik. Onların istediğini yapmadık, köylerimize, taşraya, varoşlara mahpus olmadık.”

Hepimiz biliriz ki, meslek liselerinde yoksul ve mütedeyyin ailelerin çocukları okumaktadır, meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girişi ise diğer liselere göre daha zordur. Burada amaçlanan iki şey bulunmaktadır: İlki kapitalist sistemin özellikle sanayi alanındaki kalifiye eleman ihtiyacını gidermek, ikincisi ise emekçilerin çocuklarının da emekçi olmalarını sağlamak, yani sınıfsal geçişgenliği azaltmak.

İşte Erdoğan’ın ve Türk sağının söylemsel başarısı tam da bu noktada başlamaktadır. Erdoğan, kapitalist sistemin gerektirdiği bir durumun sorumluluğunu, kolaylıkla, “statüko” isimli bir hayaletin ya da “elitler”in üzerine atabilmektedir. “Kapıcının çocuğunun okumasından rahatsız olanlar” sanki sermaye sınıfının üyeleri değil de, “elitist, statükocu, jakoben Kemalistler”dir, ya da kapıcı çocuklarının okumasını sermaye düzeni değil de, “askeri vesayet” ya da “statüko” engellemektedir, askeri vesayet son bulduğu andan itibaren bütün kapıcı çocukları okuyabilecektir.

Denklem böyle kurulduğunda, yani statükonun karşısına çıkan esas güç olarak Türk sağı ve onun günümüzdeki temsilcisi AKP gösterildiğinde, bunun doğal sonucu, Türk sağının kendisini taşranın, köyün ve varoşların sesi, yoksulların, dışlanmışların ve ezilenlerin temsilcisi olarak sunması olacaktır. Böylelikle emekçilerin içgüdüsel olarak taşıdığı sınıf kininin doğrudan kapitalizme yönelmesi engellenmekte bu öfke, halka “bidon kafalı” diyen “elitlere, vesayet rejimini savunanlara ve statükoculara” yönlendirilmektedir. Yalnızca bu da değil böylelikle,”milletin değerleri”ne yabancı olmayan, namazını kılan ve sadakasını veren bir sermayedar modeli, istenen, arzulan bir tip olarak mütedeyyin yoksul kitlelerin önüne çıkarılmakta ve kitlelerden bu muhafazakâr sermayedar tipine biat etmeleri istenmektedir. “Elit”, “statükocu”, “vesayetçi” olmadığı sürece yeni dolar milyarderlerimizin ortaya çıkmasında herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.

İktidara biat etmeyen bilimin de, iktidara biat etmeyen siyasal öznelerin de, üzerine gitmeleri, teşhir etmeleri, ifşa etmeleri gereken budur yani İktidarın söylemiyle gerçeklik arasındaki açıdır, yani yoksulların temsilcisi olduğunu iddia edenlerin aslında sermaye düzeninin temsilcisi olmalarıdır. Bunun araçlarının neler olacağı üzerine düşünülmeden ise söz konusu teşhir ve ifşanın hakkıyla yerine getirilmesi mümkün olmayacaktır.