24 Ocak Kararları’ndan 24 Ocak Elazığ Depremine

12 Eylül 1980 sabahı saat 8’de bir grup asker Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın evine geldi ve onu Başbakanlık binasına götürdü. Özal yalnız değildi, diğer bürokratlar da aynı şekilde teker teker binaya getiriliyordu, çünkü darbeciler ilk iş olarak ekonomi yönetimiyle görüşmeye karar vermişlerdi.  

Ekonomi bürokratları saat 9.30 gibi Genelkurmay Başkanlığı’na çağrıldılar ve bir tümgeneralin başkanlığında yapılan toplantılara gruplar halinde davet edildiler. Öğle saatlerinde toplantı salonuna giren bir general, Turgut Özal’a Haydar Saltık’ın kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. “Darbenin beyni” Saltık, Özal’a “bizimle çalışır mısınız” diye sordu, Özal ise bu teklifi “bu bir şereftir” diyerek kabul etti. 

Özal bir Nakşiydi, yıllarca patron örgütü MESS’e hizmet etmişti, darbeden yaklaşık 8 ay önce açıklanan 24 Ocak Kararları’nın mimarıydı ve bu kararların taslağını ilk kez sağ entelijansiyanın örgütü Aydınlar Ocağı’nda açıklamıştı. Özal, serbest piyasacılıkla dinci gericiliğin eşsiz bileşimini şahsında cisimleştiren bir isimdi ve askerler için ondan daha iyi bir seçenek bulunamazdı.  

Görüşme sonrası Saltık, Özal’ı Kenan Evren’in odasına götürdü. Evren Özal’a ekonominin durumunu sordu. Özal 24 Ocak Kararları ile ilgili olarak daha önce Evren’e iki kez brifing vermişti. Onları hatırlattı ve gidişatın iyi olduğunu, istemesi halinde kendisine yarın bir rapor sunabileceğini söyledi. 

Görüşmenin ardından Özal hemen başbakanlık binasına döndü ve ekibine darbenin sol bir karakter taşımadığını, askerlerin 24 Ocak Kararları’nı uygulamaya istekli olduklarını, bunun için de kendileriyle çalışacaklarını müjdeledi.  

14 Eylül günü Özal patron örgütü Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin’i aradı ve askerin toplu sözleşme görüşmelerini ve grevleri erteleme kararıyla birlikte işçilere yüzde 70 avans verilmesini istediğini, bunun çok olup olmadığını sordu. Darbeden sonra söylediği “bugüne kadar işçiler güldü, artık gülme sırası bizde” sözüyle tarihe geçecek olan Narin’in keyfi yerindeydi, teklifi kabul etti. Grevlerin sona ermesinin, toplu sözleşme görüşmelerinin iptal edilmesinin ve sendikal faaliyetlerin durdurulmasının yanında, bu kadarcık para neydi ki!

15 Eylül günü IMF Avrupa Masası şefi Özal’ı aradı ve “Ankara’da durum nasıl” diye sordu. Özal da ona askerin 24 Ocak Kararları’nı benimsediğini ve uygulamaya kararlı olduğunu, ayrıca kendisine birlikte çalışmayı teklif ettiklerini söyledi. Bunu duyan IMF yöneticisi de tıpkı Halit Narin gibi keyiflendi. Ne de olsa 24 Ocak Kararları’nın gerisinde IMF vardı ve Özal da kendi adamlarıydı. Sivil hükümet döneminde işçilerin direnişi nedeniyle hayata geçirilemeyen bu kararlar şimdi asker süngüsüyle ve kolaylıkla hayata geçirilebilecekti. 

17 Eylül günü IMF binasında bütün yöneticilere ve Türkiye masası personeline bir belge dağıtıldı. Belgede Milli Güvenlik Konseyi’nin 5 Sayılı Kararı’ndan bahsediliyordu ve o karar şöyleydi: “Ülkemizin ekonomik durumunu düzenlemek ve daha iyiye götürmek maksadıyla yürürlüğe konulan ekonomik programla, yapılan anlaşmaların ve protokollerin uygulanmasına devam edilecektir.”   

Böylece darbeciler 24 Ocak Kararları’na ve IMF’yle yapılan anlaşmalara uyacaklarını resmi olarak da deklare etmiş oluyorlardı. IMF yöneticileri durumdan memnundu; çünkü Şili’deki darbeci Pinochet yönetiminden sonra bu sefer de Evren yönetimindeki Türkiye’de neo-liberal politikaları hayata geçirme şansına kavuşmuşlardı.

***

12 Eylül darbesi, Türkiye kapitalizminin krizini çözmek için yapıldı. Darbeyi askerler, Türkiye sermaye sınıfı, uluslararası sermaye ve ABD birlikte yaptı, 12 Eylül bir sermaye darbesiydi.   

1980 Türkiye’sinde sermaye birikim rejimi tıkanmış, kâr oranları düşmeye başlamış, giderek politikleşen sendikal hareket ve işçi sınıfı ücretlerin aşağı çekilmesine razı olmamış, “yönetenler yönetemez duruma gelmiş” ve düzen, bu çok boyutlu krizi “normal” yollardan çözmeyi başaramamıştı.

İşte asker, bu krizi çözmek, 24 Ocak Kararları’nda somutlaşan yeni sermaye birikim modelini hayata geçirmek, sendikaları kapatmak, grevleri yasaklamak, solu ve işçi sınıfını silindir gibi ezmek için yönetimi ele aldı. 12 Eylül darbesi tartışmasız bir şekilde bir sermaye darbesiydi. 

Bir sermaye darbesi olarak 12 Eylül, her şeyden önce bir siyasetsizleştirme, toplumu depolitize etme projesiydi. İşçi sınıfı, sendikalar, halk, darbeyle birlikte siyasetin dışına itildi. Bu ise solun siyasetin dışına itilmesi anlamına geliyordu ki, solsuz siyaset, siyasetsiz bir siyaset demekti. 

Ekonominin kendiliğinden işleyen, kendi kuralları bulunan ve siyaset üzeri bir mesele olduğuna yönelik neoliberal yalan üzerinden “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusu 12 Eylül’le birlikte devre dışı bırakıldı. Eşitlik, bölüşüm, sosyal adalet gibi konular ekonominin dışına itildi, yani ekonomi de siyasetsizleştirildi. 

Siyasetsizleştirme, toplumun örgütsüzleştirilmesi anlamına geliyordu, örgütsüz bir toplum ise apolitik bir toplum demekti; toplum idamla,  işkenceyle, cezaeviyle, planlı programlı bir şekilde apolitikleştirildi. Siyasi partiler, sendikalar ve demokratik kitle örgütleri kapatılırken, tarikatların, cemaatlerin önü açıldı. Solun siyaset dışına atılmasıyla ortaya çıkan boşluğu dinci gericiliğin doldurmasına bilinçli bir şekilde izin verildi. Halkın bir daha “sapık ideolojilere” kapılmasını engellemenin yolu buradan geçiyordu çünkü!      

***

12 Eylül’ün süngüsüyle uygulamaya sokulan 24 Ocak Kararları’nın üzerinden tam 40 yıl geçti ve biz hala 24 Ocak Kararları’nın ve 12 Eylül’ün mantığıyla yönetiliyoruz. 24 Ocak Kararları’nın 40. yıldönümünde gerçekleşen Elazığ depremi sonrası yaşananlar, bize bu mantığın halen yürürlükte olduğunu ve iktidar partisinin 12 Eylül’ü en iyi anlayan, 12 Eylül’ün ideolojisini en iyi hayata geçiren parti olduğunu bir kez daha çok açık bir şekilde gösteriyor.

Elazığ depreminde piyasacılığa ve dinciliğe, yani Türk sağını Türk sağı ve 12 Eylül’ü 12 Eylül yapan bu iki kullanışlı silaha dair her şey var. Sağ iktidarların çarpık kentleşme politikaları, rantla kurdukları ilişki, belediyelerle müteahhitler arasındaki bağlantılar, denetimsizlik ve tüm bunların ötesinde inşaat üzerine inşa edilmiş bir ekonomik model, Elazığ depreminin ve bundan sonraki depremlerde yaşanacakların ekonomi-politiğini veriyor bize.

Piyasacılığın yarattığı felaketin üzerini örtmeye ise bir kez daha dinci gericilik yetişiyor. Depremden sonra yapılan o tevekkül ve teslimiyet açıklamaları, ölenlerin şehit ilan edilmesi, Diyanet’in oynadığı rol, şehre akın eden yüzlerce tarikat mensubu… Örgütsüzleştirilmiş ve siyasetin dışına itilmiş kitlelere dinin Marx’ın söylediği anlamda bir “afyon”, bir “sakinleştirici” misali zerk edilmesi… Bunların hiçbiri nedensiz değil elbette.

Ve elbette ki siyasetsizleştirme, illa ki siyasetsizleştirme! Deprem sonrası hep bir ağızdan yapılan açıklamalara, “ölüler üzerinden siyaset yapıyorlar”, “gün siyaset günü değil”, “deprem siyasete malzeme yapılmamalı” tarzı açıklamalara bir bakın. İnşaat ekonomisiyle, rantıyla, imar izniyle, müteahhit-belediye bağlantısıyla, yani bütünüyle, yani tepeden tırnağa siyasi bir mesele olan depremin, nasıl siyasetin dışına taşınmak istendiğini, siyasetsizleştirmenin bir siyasi teknoloji olarak nasıl kullanıldığını göreceksiniz.   

Oysa deprem siyaset üstü bir mesele değildir, tıpkı ekonomik krizin siyaset üstü bir mesele olmaması gibi, tıpkı yolsuzlukların siyaset üstü bir mesele olmaması gibi, tıpkı Suriye’den Libya’ya cihatçı taşıyan dış politikanın siyaset üstü olmaması gibi, deprem de siyaset üstü bir mesele değildir.  

Herhangi bir toplumsal meseleye veya hadiseye siyaset karıştırılmamasını isteyen, onun siyaset üstü olduğunu iddia eden herkes istinasız bir şekilde siyaset yapıyordur ve üstelik bu siyaseti de halkın çıkarlarına aykırı olacak bir şekilde yapıyor, bir de bunun üzerini örtüyordur. Halkın siyasetin dışında tutulması, siyasetin halk aleyhine çalışması, bunun da halktan gizlenmesi demektir. 

Tam da bu nedenle bugün ihtiyacımız olan şey siyaset üstülük palavraları değildir, bugün ihtiyacımız olan şey “milli birlik beraberlik korosu”na katılmak değildir, bugün ihtiyacımız olan şey tam olarak siyasettir, tam olarak rantın, depremin, ekonomik krizin, yolsuzluğun siyasi olduğunu görmektir.   

Eğer bugün içinde bulunduğumuz durum siyasetin bir sonucu ise buradan çıkış da yine siyasettedir. Ve eğer bugün içinde bulunduğumuz durum solun siyaset dışı bırakılmasının bir sonucu ise buradan çıkış da sol siyasettedir. 

İster iktidarda ister muhalefette olsun siyasetsizleştirme siyaseti izleyen siyaset anlayışının istediği gibi siyasetten ve sol siyasetten kaçarak varabileceğimiz herhangi bir yer ise bulunmamaktadır.