Sağcıların "göz ardı edilemez" entelektüel gelişimi

Başlıktaki “göz ardı edilemez gelişim” ifadesi kişisel düşüncem değil.

Rivayet o ki, tiyatrocu Nedim Saban memleketin en çok dağıtılan yandaş gazetesine bir beyanat vermiş ve beyanatın spotu şu şekilde: “Tiyatro oyuncusu Nedim Saban, kültür ve sanat gündemine dair önemli değerlendirmelerde bulundu. Son dönemde sağ kesimin kendini solculardan daha fazla geliştirdiğini söyleyen Saban, sağdaki entelektüel birikimin göz ardı edilemeyeceğini ifade etti.” (23 Kasım 2009)

Nedim Saban’dan “ben öyle bir şey demedim” şekline bir yalanlama gelmedi ama biz yine de “rivayet” diyelim: Sağın tarihe mal olmuş çarpıtıcılığı malum.

İster Saban sarf etmiş olsun, ister gazetecilerin yakıştırması, ifadeyi buradan ödünç alıyorum. “Sağcıların entelektüel gelişimi” konusunu biraz kurcalamakta fayda var.

Bir siyasal konum olarak sağcılardan entelektüel çıkar mı, entelektüel üretim çıkar mı, sağcılıkla entelektüel gelişim bir arada barınabilir mi, bunları tartışmak için somutluğa ihtiyaç var. Tarih üstü bir tartışma olamaz bu konuda. Verili bir coğrafyada, verili bir tarihsel kesitte, verili bir toplumsal formasyona bağlı olarak yapılabilir bu tartışma.

Türkiye’den bahsediyorsak, 2009 yılındaki Türkiye’den, kapitalist Türkiye’den, o zaman “sağcı”lar kimdir ve ne yapmaktadırlar, buraya bakacağız. Öbür türlü 100 büyük Türk düşünüründen biri olan Taha Akyol gibi ha babam Roger Garaudy, Karl Popper referansları ile dolu ve eveleme gevelemeden ibaret bir sonuçsuzluk alanında çakılır kalırız.

Entelektüel gelişim konusunu somut bir alanda kurcalamak diyorduk. Takip eden okurlarımız var mıdır bilmiyorum, bunlar kendi mecralarından çıktılar epeyce önce ve “ulusal ölçekte” seslenmeye başladılar. Bu seslenişin siyasal boyutu hepimizin malumu. Refah Partisi’nin 1990’larla birlikte yerel seçimlerde kaydettiği sıçramanın ardından bugün AKP’ye evrilen süreci birlikte yaşadık. 12 Eylül’ün istenmeyen ama ihtiyaç duyulan çocuğu olarak büyüdüler, serpildiler görüldü ki Türkiye burjuvazisinin gereksinimlerine karşılık verebiliyorlar, sırtları sıvazlandı. Zaten arkalarında olan emperyalist merkezlerin desteği de nitelik değiştirdi ve “yürü ya kulum” dendi. Gelinen noktada cumhuriyetin tasfiye edilmesi sürecinin baş aktörü oldular emperyalizmin de has aktörlerinden biri…

Bunların siyasal yürüyüşünün toplumsal yaşamı da dönüştürmek üzere işlemeye başlaması tarihi AKP iktidarı döneminde özgün bir sıçrama yaşadı: 1990’larda ağırlıklı olarak terör yoluyla kendilerine alan açtılar. Hizbullah katliamları, üniversitelerdeki devrimci, solcu öğrencilere saldırılar, aydınlara dönük saldırılar, cinayetler akıllardadır. Unutuldularsa da hatırlanmalıdır. Bu icraatlara tarikat ve cemaat örgütlenmeleri eşlik etti.

Bu süreçte kendi sermayedarları palazlandı bir yandan da. Girmedikleri alan kalmadı. Küçük ölçekli imalathane vb. işletmeleri AKP iktidarında sermaye aktarım süreçleri dahilinde semirdi. İnşaat, tekstil, gıda, dayanıklı tüketim malları, aklınıza ne geliyorsa, hepsinde boy göstermeye başladılar. Bu sermaye aktarım süreçlerine dair ne tür dalavereler döndüğü ise yine akıllardadır: Kombassan’lar, Yimpaş’lar, bugün Deniz Feneri vb. ile birlikte düşünüldüğünde “aktarım süreçleri”nin nasıl da masumane piyasa başarısı olarak yutturulduğu hatırlanmalıdır. Emek sömürüsündeki derinleşme de yine bu dönemin ürünüdür.

Bu semirme ve biriktirme süreçleri, toplumsal yaşamın çeşitli alanlarına da sirayet etti haliyle… İlmihal, kadın ve çocuk dergileri, sahabe hikayeleri, Kuran yayıncılığı üzerinden yürüyen yayıncılık faaliyetleri genişledi. Yerel ölçekli televizyon kanalları ulusal ölçeğe taşındı. Genel hatları itibariyle kendi örgütlenmelerine hitap eder bir düzeyden, tüm ülkeye seslenen bir düzeye sıçradılar.

Bu genişleme ve sıçramada en büyük desteği ve akıl hocalığını solcu eskileri ve liberaller üstlendi. Hem bu “yeni” siyasallığı topluma prezente etmekte, hem de ufuklarını genişletmekte ciddi bir misyon üstlendiler. İnsan hakları, demokrasi, ötekileştirme filan derken, bu tarihsel gericileştiricilere alan açtılar, akıl öğrettiler… Bu arada, akıl hocalığı yaparken kendi geçimlerini de sağlamış oldular.

Şimdi, burada bu kadar kısa geçerken haliyle pek çok eksik/tartışmalı başlık bıraktığımız bu sürecin bugünkü kesitinde, onlarca televizyon kanalı, gazete, internet sitesi, çürütmeye ve kirletmeye devam ediyorlar.

Bunlar malum…

Bir başka konuya dikkat çekmeli ama: Bunlar olurken, diğer taraftan kendileri açısından yeni pek çok mecraya da girmiş oldular. Kültür-sanat alanı, bu yeni mecraların en başta geleni. Yine AKP iktidarı sürecinde görsel-işitsel sektöre de girmiş oldular. Bu sektöre girişte AKP’nin önde gelen kadroları inisiyatif üstlendi yine. 2002’den bu yana, özellikle de son üç dört yıldır, onlarca yapım şirketi kurdular. Özellikle sinema alanında pek çok yapıma imza attılar. “İmza atmak” derken, renk çalmaktan filan değil, gerçekten somut olarak uğraşmaktan bahsediyorum. “Kurtlar Vadisi” dizisinin bugünkü haline gelişinden, son dönemdeki popülerleşmiş filmlere kadar (Mahsun Kırmızıgül’ün Güneşi Gördüm’ü gibi) bizzat danışmanlık ve proje yöneticiliği yaptılar. Halen de bu önde gelen AKP kadrolarının bizzat devrede olduğu pek çok yapım şirketi, yeni yeni projeler üzerinde çalışmaya devam ediyor.

Tüm bu süreçte, görülüyor ki, üniversiter yapıdan edebiyata, sinemaya kadar yaygın bir alan kapama – alan açma faaliyetindeler. Alan kapama, bağımsızlıkçı, eşitlikçi, aydınlanmacı solun bu alanlardan kovulmaya ve köşeye sıkıştırılmaya çalışılması olarak açıklanabilir. Alan açma ise, türedi aydıncıkların şöhret ve zenginleşme heveslerine seslenen, piyasacı, işbirlikçi bir duruşa alan açmaktır.

soL haber portalında 18 Eylül’deki yazısında Yurdakul Er, şu anki egemen aktörlerin “ittifak” için geliştirdiği temel yöntemin “burun kırma” ile gerçekleştiğini ifade etmişti: “Birbirlerinin burunlarını kırıp yeni yerlerine geçiyorlar, iktidar blokunda yönetici katmanlar adres değiştiriyor.” Kültür-sanat alanında biraz daha farklı yürüyor. Kendilerine benzemeyenleri açlıkla terbiye ediyorlar teslim olanları ise şöhret ve parayla boğuyorlar.

Bu şımarık “filozofları” ele almaya daha sonra devam etmek üzere şimdilik keselim. “Bunlar aslında solcu” diye üfüren, “yılların kirini pasını alıyorlar” diye sallayan, “devrimi, ilerlemeyi bunlar gerçekleştiriyor” diye muştulayan iktidar şakşakçılarının kafalarını karıştırdığı halkımıza, Nâzım’dan, o dil uzatmaktan bıkmadıkları Nâzım’dan, S. Süleyman adıyla resimli Ay’da 1930 yılında yazdığı bir pasajla seslenelim:

“Bize göre hareket zıddiyetlerin kavgası, çarpışması sayesinde vücuda gelmektedir. Yüksek merhaleye geçiş ise sıçramalarla yani inkılaplarla olur. İnkılap prensibi bütün kainata, bütün varlığa şamildir. Tarihte inkılap muayyen bir kültürden daha yüksek bir kültür tipine geçişin şeklidir. Bu sebeple her inkılap kültür kıymetleri yaratmanın ifadesidir. İnkılap ne kadar derin ve büyük olursa kültür nokta-i nazarından o kadar ehemmiyetlidir. Çünkü her inkılap çarpışan zıddiyetlerin halli ve binaenaleyh yeni şekillerin yaratılması demektir ki, bununla insanlar daha yüksek bir kültür merhalesine çıkmış olurlar. İnkılabın her zaferi kültürün zaferi demektir.”

Şimdi Türkiye’nin son yıllarını düşünün: Bu topraklar, belirli bir kültürden daha yüksek bir kültür tipine mi geçiyor? Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm aynı zamanda kültür değerleri yaratmanın ifadesi midir? Çarpışan karşıtlıkların çözüme ulaşmasından ve yeni biçimlerin yaratılmasından bahsedebiliyor muyuz? Son yıllarda sağcıların zaferleri, kültürün zaferi anlamına geldi mi?