Örgütsüz Aydının Trajedisi

Fazıl Say bir kez daha “Pandora’nın Kutusu”nu açtı.

Bu kutu açıldığında tüm kötülüklerin dünyaya saçıldığı bilinir.

Hikayenin türlü versiyonları var: Kimi kutu değil testiden bahsediyor kimi Yunan mitolojisine göre dünya yüzünde yaratılan ilk kadın olan Pandora’nın değil de ağabeyinin kapağı açtığını anlatıyor, bir başkası Prometheus’un kardeşinin açtığını söylüyor vs.

Bunlar işin detayı ve meraklısını ilgilendirir. Mitoloji bazen bizim dizileri aratmıyormuş gibi geliyor… Kim, kiminle, ne yapıyordu, şaşırıyor insan.

Bu mitolojik hikayede bana ilginç gelen iki nokta ise şunlar:

Birincisi, versiyonların her birinin ortaklaştığı tek bir nokta, kötülüklerin dünyaya saçıldığı fark edilir edilmez kapağın kapatılması ve içinde, dışarı çıkamayan tek bir şey kalması: Umut!

İkinci ilginç nokta da bu zaten: Kötülükle dolu bir kutunun içinde bir de umudun bulunması! Artık tanrıların bir kıyağı mı, yoksa “umut” kavramına da mı şüpheyle yaklaşmak lazım, bilemiyorum.

Fazıl Say’ın açtığı kutudan çıkanlar, medyaya da yansıdı, soL Portal’da da çeşitli yönleriyle ele alındı.

Ama bitmedi… İki gün önce de Cüneyt Özdemir’in yazısı geldi.

“Bay ‘Say’gısız” olarak nitelendirdiği Fazıl Say’a ayar çekiyordu Özdemir.

Ama nasıl?

Twitter üzerinden!

Türkiye’de teorik geleneklerin oluşamamasından, çeşitli gündemlerin zemin hazırladığı tartışmaların bir türlü derinleşemediğinden bahsededuralım, artık bu hasretimize bile rahmet okutacak bu yeni mecra, Twitter, teorik tartışma düzlemi haline geliverdi.

Nedir, nasıl kullanılır, pek takip edemedim. Ama anladığım kadarıyla, üç beş cümleden fazlasını yazamıyorsunuz. Bu mecranın izin verdiği şey, anlık tepkiler.

Özdemir’in naklettiğine göre, şöyle cereyan eden bir yazışma dizisi söz konusu:

“Dün gece tuhaf birşey oldu…

“Başıma birşey gelmeyecekse bu akşam Sibel Can'ın programındaki has arabeskçi Müslüm Baba'yı ve Şevval Sam'ı izlemeyi düşünüyorum, çaktırmayın” diye birşey yazdım twitter’a…

Fazıl Say lafa girdi…

Ve başladık ‘seviyeli’ bir arabesk tartışmasına. Tatlı tatlı tartışıyorduk…

Taa ki Fazıl Say’ın o dev egosuna çarpana kadar!

Ben kendisine tartışmanın bir aşamasında

“Belki müzik dediğimiz şey notalardan fazlasıdır, kulaklarımız kadar aklımızı gönlümüzü de açıp içine almamız gerekir...” deyince Fazıl Say koptu.

Gelen cevabı aynen buraya alıyorum.

İlk gelen mesaj şöyle oldu..

“Ve sen bunu bu gezegende her yıl 120 konser veren-Salzburg'u açan adama mı diyorsun? Müzik gönül işidir diye. Haddini bil!”

İkincisi daha sertti

“Bak arkadaş! Burada konu astrofizik olsaydı ve sen astrofizik profesörü olaydın, ben şu lafı etmezdim! Özür dile!”

Üçüncüsü ise ibretlik

“Demin ettiğim bir lafı geri çekiyorum Cüneyt Özdemir aydın filan değildir(…) Şu hale bak ya. Vah zavallılar ya..Adam Hawkings'e de fizik öğretsin. Kim şaşar spikerin mankenin ertesi gün ben müzisyenim diye çıkmasına? “

Sonrasında ben kendisine şunu dedim, o bana bunu dedi diye devam etmek istemiyorum ama işin koptuğu yer burasıydı.

N’apacağız bu Fazıl Say’ı inanın bilemiyorum!”

Peki Cüneyt Özdemir’i ne yapacağız?

Fazıl Say’ın gayet önemli tepkisini geyiğe sardırmasını, Say’ın müziğe verdiği emeği ve yoğunlaştığı müzik dalını topluma ulaştırabilme çabalarını hiçe sayarak “müzik aslında şudur belki de…” ukalalıklarını sonuçta da Say’ın kendisine tepkisini “ego”ya indirgemesini…

Özdemir’in yaptığı, piyasa adına ayar çekmek aslında. “Madem aynı gemideyiz, piyasadayız, o zaman uçlara yer yok çıkıntılık renk getirir, piyasaya hareket getirir, tamam, ama bir aşamada herkes uzlaşacak, sineye çekecek, taraflaşma yaratmayacak, kuzu kuzu yaşayıp gideceğiz. Yoksa kişilik bozukluğu ile damgalanır ve elimine edilirsin” diyor piyasa. Özdemir’in yaptığı da bu.

Uzlaşacağız illa ki! Orta yol bulacağız, ödün vereceğiz, uyum sağlayacağız!

Yok, öyle yapmayacağız.

Başka bir düzlemden bakıp, şu ego meselesi nedir, bunu anlamaya çalışacağız.

Sermaye düzeni, özellikle kafa emeği söz konusu olduğunda, kendi işleyişine tazelik getirecek arayışlara belli ölçülerde alan açıyor, bunu biliyoruz. Uçukluk, marjinallik, teşvik bile edilir piyasa tarafından. “Marksizm”den filan bile bahsedilebilir yeri geldiğinde. Bunun tek koşulu vardır: Politize olmayacaksın, meta üretimine taş koymayacaksın.

Fazıl Say’ın o açıklaması, ilericilik ve gericiliğin tarihsel kavgasına göndermeler barındırdığı için bu kadar tepki çekti.

Sermaye düzeninin aydınının trajedisi de burada başlıyor zaten.

Mesleğine saygısı olan, kendini geliştirmeye, donatmaya çalışan, üretmeyi hedefleyen, ürettiklerini paylaşmak için can atan aydın, bir süre sonra piyasa tarafından “kendine çeki düzen vermeye, aklını başına toplamaya” davet edilir.

Bu akademi alanında da böyledir, kültür – sanat alanında da.

Bu gerilim, bir yandan yalnızlıktan kurtulma arayışı, diğer yandan piyasanın beklentilerine teslim olmama kaygısı, aydının kendi egosuna yüklenmesine yol açar.

Giderek, kendi duruşu en doğru konum, söyledikleri en geçerli düşünceler, yaptıkları tek yapılabilecek olan haline gelir.

Bu noktaya gelen aydın ise, basınca dayanamaz ve iki uçtan birine savrulur genellikle. Ya huysuzlaşıp köşesine çekilir, ya da piyasa içinde erir gider.

Örgütlülük, işte bu gerilimi aşmaya olanak sağladığı için de bir “can simidi”dir aslında aydın için: Aydını, kendi kendisinden korumaya olanak sağladığı için!

Yoksa problem ne güçlü kişilikte, ne de emeğine ve üretimine sahip çıkmakta.

Bağlanamayan, uğruna birikimini ve enerjisini kanalize edeceği bir toplumsal-siyasal hedefle buluşamayan ve dolayısıyla “kendinden vazgeçemeyen” aydın, kendi olmaktan da çıkar.

Bu tartışmalar hayırlı oluyor bu nedenle. Bunları tartışma ihtiyacımızı ortaya koyduğu için…

Kutunun dibinde kalan umudun, kapağı zorlamaya başladığının göstergesi olduğu için…