Ölüme İbadet

Yılmaz Güney’e…

Sonbahar geldi…

“Nereden biliyorsun?” diyeceklerin çıkacağını sanmıyorum.

Hava sıcaklığının düşmesi, yağmurların başlaması, yapraklarını döken ağaçların bir süredir bu mesailerine başlamış olmaları, çiçeklerin ortadan kaybolması, güneşin daha erken batması gibi bir sürü belirti bunu tartıştırtmıyor bile.

İsteyen gündelik hayattan başka türlü gözlemler ekleyebilir: Televizyon kanallarında yeni yayın döneminin tanıtımlarının dönmeye başlaması, okulların açılacak olması, “tatil” fikrinin çok uzaklarda kalmış olması, evlerde kışlıkların, yorganların, hırkaların ortalığa çıkması gibi göstergeleri ekleyebilir.

Başını arada yukarı da kaldırabilenler, kuşların göçünü birilerinin karnını doyurmak durumunda olanlar, tarımsal üretimin yapısı manzarayı biraz farklılaştırsa da, pazarda, manavda kiraz, vişne filan değil de, elma, nar filan gibi meyvelerin, karnabahar, lahana gibi sebzelerin tezgâhlara çıkmasını da delalet gösterebilir.

Tüm maddesel evren, daha birkaç hafta öncesine kadar sıcaktan ve güneşin yakıcılığından bunalan dünyamızın yaşadığı dönüşüme işaret ediyor.

Arkasından kış gelecek. Bunu da biliyoruz. Değil mi?! Dünyanın içine, mevsimleri tamamen sapıttıracak kadar edemedik henüz neyse ki.

Şimdi herkesin bildiği, gördüğü, yaşadığı bu verilerden yola çıkıp “demek ki ilkbahar çok yakın” diyen birine üzülebiliriz ancak. Bu anlayamama hali muhtemelen üşütüp hastalanmasına, sonbaharın arkasından gelecek kış mevsiminde epeyce zorlanmasına yol açacak.

Peki, toplumsal yaşamda neden böyle olamıyor?

Toplumsal yaşamın göstergelerini neden doğru yorumlayamıyoruz?

Bu topraklarda yaşayan halklar arasında düşmanlığın giderek köklenmesi, dinselleşmenin tüm toplumu teslim almaya başlaması, emekçilerin günün sonunu getirmekte zorlanmaları, yoğun sömürüden iflahımızın kesilmiş olması, ikide bir savaş çanlarının çalması, yaşama komploların ve çıkar çatışmalarının giderek daha fazla yön vermesi kitaptan, ekmekten, hürriyetten giderek daha fazla mahrum kalmamız, nasıl oluyor da “demek ki ilkbahar geliyor” duygusu ile karşılanabiliyor?

Nasıl oluyor da, toplumsal yaşamın ısısı düşerken, donma tehlikesi kendini iyice hissettirmişken, örgütlenerek, yan yana durarak hayatta kalmayı düşünmek yerine tek başımıza durabilmeyi düşünebiliyoruz?

Nasıl oluyor da hayatı dönüştürebilmeye bu kadar yakınken, bu kadar uzak kalabiliyoruz?

Bunun açıklamasının bir boyutu “akıl yitimi” olabilir.

Doğal yaşamda, biliyoruz ki, yaşadığı gerçekliğin gereklerini yerine getiremeyen, ortadan kalkar. Hayvanla insanın temel farklarından biridir: İnsan yaşadığı gerçekliği dönüştürebilme kapasitesine sahip olduğu için, o gerçekliği kavrar, çözümler, müdahale eder.

***

Doğal ve toplumsal yaşam bir ve aynı şey değil. Bu analoji üzerinden mutlak çıkarımlar yapılamaz. Ancak şurası kesin: Doğa, madde ve ona içkin olan harekettir. Doğada her şey dönüşüm halindedir. Nesnelliğin değişimi, potansiyellere alan açar madde ve hareketi, bu potansiyeller çerçevesinde yeniden biçimlenir.

Toplumsal yaşama baktığımızda ise, verili koşullar bütününde, hareket yerine ‘an’ın mutlaklaştırılması ile karşılaşıyoruz. Başka bir ifadeyle “bugün fetişizmi”. Akıl yitiminin yanına bunu da not etmeli.

Bugün fetişizmi, yaşamı hareket halinde ve potansiyelleriyle değil, verili durumuyla mutlak kabul edip, onu değişmez varsaymaktır. Bugün denen “öyle gelmiştir ve öyle gidecektir”.

Bu kabullenme kolaycılığı, bir açıdan insanoğlunun doğa karşısında daha aciz olduğu binyılların ürünü olabilir: Doğayı dönüştürebilecek araçlardan yoksun insanoğlu için “bugün” baş edilebilecek en makul ölçektir. Yaşadığı toplumsallık ölçeği olarak sürüsüyle birlikte uyanır, karnını doyurur, oynar, ürer, uyur, kaçar, korkar, kovalar, dinlenir, uyur, oynar, karnını doyurur (…). İçinde yaşadığı an’a maksimum uyum sağlaması yeterlidir.

Bu insanın hayvandan farkı epey tartışmalıdır.

İnsanoğlu, mekâna, nesnelliğe, yaşama müdahale edebildikçe, yeni potansiyeller yaratır, kendini de dönüştürür, geliştirir, zenginleştirir insanlaşır, aynı anlama gelmek üzere, toplumsallaşır. Birbirinin tekrarı ‘bugün’ler, dönüşüp Zaman ve Tarih olur an’ın bilgisi Kültür olarak dönüşür, bilime ve sanata yer açar…

Artık Zaman’ın, Tarih’in, Kültür’ün, toplumun ve insanın yokluğunu yaşıyoruz.

Yaşadığımız tarihsel kesit, insanlığı yeniden “bugün” ölçeğine hapsediyor: Toplumsal yaşamın göstergeleri, barındırdığı potansiyeller ve gelişme olanakları ile değil, kendisine maksimum uyum sağlanacak olgular olarak gözümüze sokuluyor.

Bir şarkı mı duyuyoruz, o mutlaktır, öncesi ve sonrası yoktur.

Bir film mi seyrediyoruz, o mutlaktır, doğmamış ve doğurulmamıştır.

Bir iş mi buluyoruz, o mutlaktır, halimize şükretmeliyiz.

Yerlere ve göklere hâkim bir emperyalizm mi var, o mutlaktır, yalnız ve yalnız ona secde ederiz.

Hareketi reddetmemiz isteniyor, bu, ölüme ibadettir.

***

Yazıya “sonbahar geldi” diye başlamıştık… Tartışmaya bile gerek duymadığımız bir gerçeklik olarak.

“Çankırı Hapishanesi’nden Mektuplar”da Nâzım Piraye’ye şöyle yazmıştı:

Bilmiyorum, neden
aklımda hep
ilkönce senden duyduğum
Çankırılı bir cümle var:

'Pamukladı mıydı kavaklar
kiraz gelir ardından.'
Kavaklar pamukluyor Gazalî'de,
fakat
görmüyor, üstat,
kirazın geldiğini.
Ölüme ibadeti bundandır.

Nâzım, bir de o herkesin bildiği ağustos böceği ve karınca hikâyesini yeniden yazmıştı. Çalışkanlık sembolü haline getirilen karıncayı, kendi yaşadığı an’ın gereklerini yerine getirip, çalışıp kendi ambarını dolduran ve ağustos böceğine zırnık koklatmayan bir bencil olarak yeniden-yaratmıştı.

Şimdi karşımızda iki seçenek var:

Bugüne uyum sağlayıp, hareketi unutup, insanlıktan mı çıkacağız yoksa maddenin hareketini ve potansiyellerini anlayıp, yaşama müdahale ederek yeniden insanlaşmanın yolunu mu açacağız?

İlkini kimsenin kendine yedirebileceğini sanmam:

O zaman “hayır!” diyerek yeni bir başlangıca adım atacağız demek ki.