Macbeth’in hayaletleri ve cadıları

Macbeth’i ortaokulun başlarında okumuştum. Herhalde TİP’li olan şimdi rahmetli dayımın kütüphanesinde filan rastlayıp öyle okumuş olmalıyım…

Yaklaşık olarak “Herhangi bir kendiliğindenliğin üstünü biraz kazıdığınızda, altında büyük ihtimalle bir bilinçli iradeye rastlayacaksınız” diye yazmıştı Metin Çulhaoğlu, şimdi hangisi olduğunu hatırlayamadığım bir yazısında… Benim Macbeth’le karşılaşmamın “kendiliğinden”liğinin arkasında da olduğu gibi…

O yıllarda, 1980’lerin hemen başlarını kastediyorum, “kendiliğinden”liklerle “bilinçli irade” arasındaki mesafe daha kısaydı, daha kolay görülebilir, daha kolay hissedilebilir, elle tutulabilirdi. Bilinçli irade geriledikçe, kendiliğindenliğin alanı da daralıyor sanki…

Öyle ya, o kitaplık olmasa, bu memlekette 11-12 yaşlarında bir çocuk, en azından o yaştaki çocukların büyük çoğunluğu, Macbeth’i, Shakespeare’i nereden bilecek?

Neyse, bu ilk okumamdan bende kalan, içinde ateşler yanan bir karanlık, ürkütücü bir soğuk, rutubetli sisler, kan, gözyaşı, acı filandı…

Bir de o cadılar, hayaletler…

Sonrasında, İngilizceyi biraz söktükten sonra, ilk yaptığım şeylerden biri Macbeth’teki cadıların diyaloglarını bulmaya çalışmak olmuştu:

“When shall we three meet again?

In thunder, lightning, or in rain?”

Üç cadı, bir daha ne zaman buluşacaklarını konuşuyorlardı, gök gürültüsü patladığında mı, şimşek çaktığında mı, yağmur boşandığında mı…

“Normal” zamanda ortaya çıkmıyor bu cadılar demek! Buhar olup sislere karışır, yeniden ortaya çıkarlardı, yeni bir kırılma anında…

Hele o yaptıkları büyüler, o yaşımda aklımı almıştı:

(Bir mağara. Ortada bir kaynar kazan. Gök gürler ve üç cadı girer.)

Birinci Cadı: Tekir kedi üç kez miyavladı.

İkinci Cadı: Kirpi üç kez fısladı, bir kez tısladı.

Üçüncü Cadı: Guguk kuşu: Vakit vakittir, dedi.

Birinci Cadı: Kayna kazan, biz dönelim çevrende: / Kokmuş işkembeyi attım içine. / Soğuk soğuk taş altında kurbağa / Otuz bir gün, otuz bir gece / Zehim zehim zehrini toplaya / Kazanımda ilk önce o kaynaya.

Hepsi Birden: Acı üstüne acı, kan üstüne kan, / Kayna kazanım kayna, yan ateşim yan.

İkinci Cadı: Kara yılan kıtır kıtır kesilsin, / At kazana fıkır fıkır kaynasın. / Semender gözü, kurbağanın başparmağı, / Köpek dili, yarasanın kıkırdağı, / Yılan dişi, çiyan kuyruğu, / Puhu kanadı, kertenkele budu, / Fokurdayıp pişsin kazanda, / Bir cehennem yemeği acılığında.

Hepsi birden: Acı üstüne acı, kan üstüne kan, / Kayna kazanım kayna, yan ateşim yan.

Üçüncü cadı: Pul pul ejderha derisi, kurt dişi / Bir cadı kemiğinin çürümüşü, / Köpek balığının kursağı, tuzlu tuzlu / Baldıran kökü, gece koparılmış, gizli gizli / Bir parça Yahudi ciğeri, kara kara, / Biraz keçi safrası, sarı sarı / Porsuk yaprağının kurumuşu, / Ay tutulduğu zaman toplanmışı. / Türk burnu, Tatar dudağı, / Bir orospudan doğmuş, / Doğar doğmaz boğulmuş, / Bir çocuğun parmağı. / At hepsini kazana, kaynasın: / Biraz kaplan işkembesi de katmalı ki / Koyulaşsın çorba, kıvama gelsin.

Hepsi Birden: Acı üstüne acı, kan üstüne kan / Kayna kazanım kayna, yan ateşim yan.

İkinci Cadı: Bebek kanıyla da soğuttun mu biraz, / Tamamdır büyü, önünde durulmaz.

Ne manzara ama!

Sonra hayaletler: Önce Macbeth’in kralı öldürmeye giderken karşısına çıkan davetkâr ve yön gösteren “hançer”ler… Sonra en yakın dostlarından biri olan ve kendisinin ölüme gönderdiği Banquo’nun hayaleti Macbeth’i şölen yemeğinde nasıl da basıvermişti! Ya da Duncan’ın hayaleti…

Hayal gücü ve gerçekliğin çatışmasını ilk yaşadığım zamanlar. O zamana kadarki yaşam deneyimim hayallerime pek geçit vermiyordu sanki… Zihnimi zorluyordum, hayal etmeye çalışıyordum o sahneleri…

Macbeth, kral olan kendi amcası Duncan’ı nasıl da öldürmüştü kendi elleriyle? O yiğit Banquo’ya, arkadaşına nasıl da kıymıştı o hain tuzağı tezgâhlayıp? Biricik arkadaşına, canına nasıl yapar insan bunu?

Hekate (Baş cadı): Bir işim var pişirilecek bu gece, / Yarın öğleye, bir karışık / Bir belalı büyük iş. / Ayın kıyısından sarkan, / Bir damla var büyülü, duman duman / Onu kapacağım yere düşmeden: / O damla girdi mi bizim tezgâha / Öyle cinler çıkacak ki içinden / Girip beynine, düşlerine / Belaya salacaklar başını. / Kaderi saymaz, ölüme aldırmaz olacak: / Aklın, korkunun sınırlarını aşıp, / Tanrıdan ötelere gidecek umutları. / Oysa hep bilirsiniz nedir / Ölümlülerin başını yiyen: / Kendine fazla güven.

Değerler, erdemler nasıl da altüst oluveriyormuş meğer!

Yükselişini tetiklediklerinde heyecanlanan, düşüşünü dillendirdiklerinde cadılara düşman kesilen Macbeth cadılar kendisine “senin canını anasından doğan biri alamaz” dedikleri için, böyle birinin var olamayacağının rahatlığıyla, tiranlığını nasıl da rahat sürdürüyordu…

Ta ki, o kişi, anasından doğmayan, karşısına çıkıp gerçeği açıklayana dek:

‘Zor’un ebeliğiydi onu dünyaya getiren, doğal bir doğum değil!

Bir yayın kuruluşunun çıkardığı çizgi roman Macbeth nedeniyle yazmıyorum bunları. Çizgi romanı mı, orijinali mi okumalı, tartışmasında da bir bardak suda fırtına koparacak halim yok… Asıl metinler her zaman daha güçlüdür, deyip geçelim.

Macbeth’i analiz etmek için de girmedim bu konuya…

Benim derdim şu:

İçinde yaşadığımız zamanların duygusu, şu uğursuz günler, nedense Macbeth’i ilk okuduğum zamanki duyguları üşüştürüyor başıma. Size de oluyordur muhtemelen…

İçinde ateşler yanan bir karanlık, ürkütücü bir soğuk, nemli sisler, kan, gözyaşı, acı filan… Kafkaesk filan değil, düpedüz yeni-ortaçağın dokusu bu!

O ürkütücü büyülerin içeriği ne kadar da naif kalıyor günümüz dünyasını şöyle bir gözlerimizin önüne getirince!

Sanki, o üç cadı ya da Hekate şu köşeden çıkıvereceklermiş gibi…

Gözümünün önüne hayaletler geliveriyor bir de: Hançerler, Duncan ya da Banquo’nun hayaletleri değil bu defa.

Ama aynı onlar gibi taammüden, bir fesat tertibi ile öldürülenlerin hayaletleri:

Münevver’in kesik başının hayaleti…

Yüzmeye giderken tel örgülerin elektriğine kapılıp giden Emrah’ın hayaleti…

Muş’ta solunum cihazlı kuvöz bulunamadığı için, zavallı anne ve babasının birinin ölmesini seçtikleri 6,5 aylık ikiz bebeklerinden, öleninin hayaleti… İsim koymaya fırsatları olmuş muydu ailenin acaba? “Ahmet’i bırakalım, yok yok, Mehmet’i…”

Daha geçen gün, kopan parmağını parası olup da diktiremediği için parmaksız kalan çocuğun o parmağının hayaleti…

Bunlar, merak ediyorum, bu ülke egemenlerinin karşısına çıkıyor mudur hiç?

Ne bileyim, bir MGK toplantısında mesela, Tuzla’da ölen işçilerden birinin hayaleti dikilmiyor mudur karşılarına? Ya da G-20 toplantılarından birinde, mesela yemekteyken o malum kişi, içinde şarap olmayan kadehini kaldırırken türdeşlerine doğru, çatışmada yaşamını yitiren bir Türk veya Kürt gencinin hayaleti belirivermiyor mudur tam baktığı yerde?

Peki ya Engin Çeber? Onu da mı görmüyordur, secdeye varmadan hemen önce?

Ya da bir tekstil patronu, yatında mavi yolculuktayken silikozisten ölen bir işçi yanına ilişmiyor mudur?

Nasıl uyuyabiliyorlar acaba yataklarında? Rüyalarında da görmüyorlar mı bunları?

(…)

Aziz Nesin’in “Pırtlatan Bal” diye bir çocuk oyunu var: Hasta torununa bal vermeyenlere ilenen yoksul ve yaşlı bir kadının bu ilencinin sonuçlarını anlatıyor oyun. Bir rejisör, bu oyunu sahneye koyarken, “ilençle o baldan yiyenlerin pırtlaması imkânsızdır, bu yüzden de yerden bir şey alıp balın içine atması daha uygundur” düşüncesiyle bir sahne ekliyor oyuna. Gerekçesi oyunu seyreden çocukların gerçekçi olmalarını istemeleriymiş.

Aziz Nesin bu, durur mu, öfkeleniyor, oyunun finalinde bir ek yazı yazmış, “Bu Bal Niçin Pırtlatıyor?” diye ve bir de oyunun rejisörüne bir not yazmış, şunu söylüyor:

“(…) biri kalkar da, dinlediği ya da okuduğu masalda, bir çocuk bulutların üstünde uçuyor, denizin üstünde yürüyor diye ‘Olmaz böyle şey… Yalan. Gerçeklere uymuyor (…)’ derse, masalın ne olduğunu, düşün ne olduğunu, rüyanın ne olduğunu anlamamış olur, aptallık eder.” (…)

İşgüzar rejisörün gerekçesi için “Bu tastamam mekanik materyalizme örnek gösterilecek bir olaydır” diyor: “Masallar insanlara, olmayacakmış gibi şeyleri anlatarak, doğru sonuçları çıkarmalarına yardım eder. Önemli olan, masalın sonunda doğrunun, gerçeğin ortaya çıkmasındadır. (…) Elbette yoksul kadın ilendi diye o balı yiyenler pırtlamaz. Ama bu masal… Masalın gerçeği başkadır. Bal yiyenin, ilençli bal olsa bile, pırtlamayacağını herkes bilir. Herkesin bildiği bişeyi de hiç kimsenin bilmediğini sanmak, tastamam aptallıktır.”

Bunu biliyorum, biliyoruz…

Şüphesiz Shakespeare açısından da “gerçekliğin” belirli öğelerini, belirli toplumsal rolleri, konumları simgeliyorlardı o hayaletler, cadılar “gerçek hayatta yoklar ki” denmemeli…

Bir kez daha ve bu defa daha ileri bir aydınlanma deneyimine soyunacağımız, gerçekçiliği en büyük silah olarak nitelediğimiz bir evrede, bunları söylemek, geriliğe ve metafiziğe davetiye çıkarmak mı?

Belki de tam tersi, gerçekliği çözümlemenin ve anlatmanın sanatı için mekanik gerçekçilikten “kopma”ya, bencil hırsların ürünü olan hayaletlere de, bu birikimler üzerinden yaşama yön vermenin yolunu döşeyen, bilinçli iradenin önünü açan cadılara da inanmaya yeniden başlamalı:

“Guguk kuşu: Vakit vakittir, dedi.”

“Kayna kazan, biz dönelim çevrende.”

-----------

Birkaç not:

(1) Macbeth alıntıları şu kitaptan: Macbeth, W. Shakespeare, Çeviren: S. Eyuboğlu, Remzi Kitabevi, 1967. (Eyuboğlu’nun çevirisi bir Türkçe yeniden-yazım olarak fena değil ama Macbeth metninin yoğun olarak içerdiği “çift anlamlılığı”, karşıtların bir aradalığını güçlü bir şekilde aktarabilmekten uzak. Belki –okumadım- Mitos’tan çıkan Can Doğan çevirisine de göz atmak yararlı olabilir.)

(2) Shakespeare eserlerini okuduktan sonra, Terry Eagleton’un “William Shakespeare” adlı tarihsel değil ama ‘politik göstergebilimsel’ çözümleme kitabını da okumak yararlı olacaktır. (Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1998)

(3) Yazının sonunda bahsettiğim mekanik gerçekçilikten kopma girişimine, kum tanelerinin, kedilerin filan dile geldiği Ali Mert’in Kumdan Kitap’ını (Yordam Yay., 2008) örnek verebilirim…