Örnekler

Son iki yazıda Türkiye gibi birçok ülkede iyi yönetişim modelleri çerçevesinde tabandan yukarı doğru demokratikleşme üzerinde durduk. Özellikle Türkiye gibi geleneksel değerlere bağlı çevre ülkelerde taban diye nitelendirilen bireylerden oluşmuş ailelerin siyasi taleplerinin daha fazla muhafazakârlaşma üzerinde yoğunlaşacağını söylemiştik. Hatta daha eski yazılarda, ailenin aslında kendisinin ataerkil baskıcı bir düzene dayanması nedeniyle kendi içinde demokratik olmadığını bu nedenle tüm demokratik açılımlara “anlayışla” değil “kuşku” ile yaklaşacağını belirtmiştik. Aile fertlerinin “geleceği” ebeveynler için önemlidir. Özellikle bizim gibi ülkelerde geleneksel ailelerin çoğunun yoksul olması nedeniyle, yaşamlarında önemsedikleri konuların başında tüketim ihtiyaçlarını karşılamaları gelmektedir. O zaman tabandan merkezlere yönelen taleplerin büyük bölümü, yerel siyasi güçlerle rant pazarlığı ile (kaçak arsa, konut spekülasyonu, el altından yardımlar vs…) bankalardan kredi taleplerinin karşılanması ve ödenemeyen borçların ötelenmesidir. Bu iki örnek doğrudan ailelerin tüketim harcamalarıyla ilintilidir. Üstelik sermayenin küreselleşmesi sonucu hizmet sektörünün önem kazanması AVM’lerin artması tüm bu yukarıda bahsettiğimiz süreci teşvik etmektedir. O zaman bu toplumsal uzlaşıları sağlaması gerekecek olan merkezi bir politik güce eskisinden daha fazla ihtiyaç vardır. Özgürlükçü ve liberal bir devlet anlayışı çerçevesinde yapılanmış olan siyasal merkez, oyunun kurallarını koyar ve sınırlarını çizer. İstenen siyasal amaç özgürlükçü liberal bir toplum yapısının çatısını kurmaktır, fakat bu minvalde merkezi otorite toplumda gittikçe daha fazla önem kazanır. Bu konuları geçen yazılarda anlatmıştık. Bugün bu yukarıda özetini çıkarmaya çalıştığımız konular hakkında örnekler vermeye çalışacağız.

İlk örnek Başbakanın talimatıyla Akil adam seçilenlerdir. Adı “Kürtlerle barış” projesidir. Bazı örnekler verelim. Mesela 11 Nisan 2013 Sol haber portal’da çıkan bir haber. Başlığı: “Akil İnsanlar Heyeti’nin Malatya İstişare Toplantısı’nda, Akil İnsanlar Heyeti Sekretaryası tarafından toplantıya bizzat davet edilen gazeteci Niyazi Doğan, Erdoğan'ı eleştirince susturuldu”. Başlık zaten her şeyi açıklıyor. Haberde adı geçen gazeteci sürece karşı gelmek ve barışı baltalamakla suçlanıyor. Bir diğer haber yine aynı konu ile ilgili bu sefer İzmir’den. Konu Baskın Oran. Baskın bey, İzmirlilerin sorduğu bir soruya sinirlenip, “bıktık artık bu emperyalizm laflarından, zaten siz sadece bunu bilirsiniz” türünden bir şeyler söylüyor. Üçüncüsü de TV’de geçiyor. Enver Aysever’in program konuğu Akil kadın Lale Mansur’a Orta doğu ile ilgili bir uluslararası ilişkiler sorusu soruyor. Lale hanım “bana bu gibi sorularla gelmeyin, kitaplar var okuyun” türü bir cevap verip kendisinin sadece “barış”ı düşündüğünü söylüyor. Şimdi bu üç örnekten yola çıkarak bizler anlıyoruz ki, içinde Emperyalizm’i, Orta doğu politikalarını ve Başbakan’ı sorgulamayan bir barış projesi isteniyor. Üstelik bu projeyi eleştirenlere yönelik akil adamlardan gelen tepkilerde son derece kabadır. Daha önce Baskın bey’in örneğini verdik, bu tespitimize Doğu Ergil bey’de katılıyor ama ters taraftan katılıyor, o da diyor ki asıl katılımcılar son derece kaba ve hoşgörüsüz diyor. Bu kişilerin sayıları az da olsa çok fazla gürültü çıkardıklarından bahsediyor. Haberlerde Doğu bey’in söylediklerini doğrular görüntüler çıkıyor. Kovalayanlar, bağıranlar, çağıranlar… Yazımızın en başına döndüğümüzde o zaman Akil adamlara şu soruyu sorabiliriz belki: siz neyi kime anlatıyorsunuz? ve karşı tarafın meramını dinlerken kimlerin nasıl tepki vermesini bekliyorsunuz? Bize göre ise bu sorunun cevabı, akil insanların Başbakan’a yazacakları rapor dışında bir görevleri ve beklentilerinin olmamasıdır. Bu bağlamda bu görüşmeler tamamen işlevsizdir ve başbakanın aklındaki barış sürecine doğru yol alan bir istikameti göstermekten ibarettir.

İkinci örnek yine soL haber portal’da bu sefer 9 Nisan 2013 tarihli bir haber. Haber başlığı şöyle: “THY Yönetiminin uzlaşmaz tavrı nedeniyle grev kararı alan Hava-İş sendikasını eleştiren Bakan Şimşek, THY’yi engelleyecek her türlü girişimin karşısında biz gerekeni yaparız. THY yalnız değildir” demiş. Daha önceki yazılarda birçok defalar tekrar ettiğimiz gibi yine bu örnekten anlıyoruz ki, tabandan merkeze yönelen özgürlükçü liberal iyi yönetişim modelinde, sendikaların talepleri ve tepkileri kaile alınmamaktadır. Çünkü 63 insanlı akil adamları grubuyla başlayan “Kürtlerle barış” süreci ile binlerce üyesi olan Hava-İş sendikası istediği “emek barışı” projesi bir değildir. İki barış sürecinden ilkine “şimdilik bir izin” çıkmıştır ama ikincisi hep “kapalıdır” ve bu şekliyle “ilelebet” kapalı kalacaktır. Bir kere sendika grev kararı alarak THY’nin yükselen değerine, “marka” değerine, sekte vurmaktadır. İkincisi THY’nın diğer havayollarıyla olan rekabetini zayıflatmaktadır. Tüm bunları Bakan Şimşek kabul edemeyecektir ve onun içindir ki grev kararı alan Hava-İş’i tehdit etmekten sakınca duymaz. O zaman bu meselenin çözümü “grev”le değil ama Başbakanın talepleri doğrultusunda oluşmuş olan bir diğer 63 akil insanın binlerce çalışanı olan Havacılık sektörünü ikna etmesi ile mümkün olabilir. Günümüz post-demokrasisinde demokratik süreçler böyle işlemektedir. Her alanda sermayenin çıkarlarını ilk önce gözeten, sosyal fayda’ya dayalı ikna ve uyumlaştırma çabaları olacaktır. Bu bağlamda grevin kendisi iyi yönetişim süreçlerini sekteye uğratacaktır. Buna Akil insanlarını protesto edenleri de katabiliriz. Olmaz. Lütfen bu arkadaşları da doğru istikamete alalım beyler.
Üçüncü örnek ise Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’den. Haber 7. com’un 10 Nisan 2013 tarihli haberinin başlığı şöyle: “Bakan Şahin’den tüp bebek müjdesi”. Bakan Şahin, çocukları olmayan ailelerin başvurdukları tüp bebek uygulamasını Türkiye’de yaygınlaştıracağını söylüyor. Haberden anlaşılan çocukları olmayan ailelerin çocuk sahibi olmak istemelerini siyasal iktidar olumlu karşılıyor ve onlara bu imkânı tanımak için bütçeden ek finansman kaynakları sağlıyor. Bir diğer haberse 8 Eylül 2011 tarihli NTVMSNBC haber portalı. Portal’da şöyle yazıyor: “Bakan Fatma Şahin, Şiddet Yasası çıkana kadar, kadını erkeğin şiddetinden koruyacak bir projenin hayata geçirilmesi için düğmeye bastı. Bu projeye göre sığınma evlerine başvuran kadınlara hemen yeni bir kimlik verilecek. Polis, bu kadınları isim isim takip ederek koruyacak”. Erkekler tarafından şiddete uğrayan kadınları Devlet’in koruma altına alacağını ve böylece kadınlardan gelen bu tür taleplerin de merkezi otorite tarafından karşılanacağını anlıyoruz. Bakan Şahin’in bütün bu sosyal uygulamalarını olumsuz bulmamıza imkân var mı? Cevabı aşağıda verelim.

Yukarıda verdiğimiz üç örnekten sonra bir makale’den alıntı yaparak yazımızı bitirelim. Yazı, Stephanie Treillet’nin “Yeni Washington uzlaşısında cinsiyetlerin araçsallaştırılması” adında Actuel Marx, 2008/2’de çıkmış Fransızca makalesi. Burada feminist yazar yeni yönetişim modellerinin yoksulluğa, kadın sorunlarına, etnik ayrımcılığa karşı duyarlı olmasını ilk başta kendilerini çok etkilediğini ama daha sonra sürecin aslında neo-liberalizmin gelişmesine yardım ettiğinin hakkını teslim ediyor. Doğrudan sermaye ile ilgili olmayan özgürlük taleplerinin merkezi siyasal otorite tarafından karşılığını bulurken, sermayeyi ilgilendiren konularda alttan gelen talepler karşılıksız kalıyor. Yazar yeni yönetişim modellerinin kadınların hakları (azınlık hareketleri) üzerinde durmasını, küresel piyasaların daha fazla çevre ülkelerin ucuz iş gücünden yararlanmak istemesinden kaynaklandığını söylüyor. Bu bağlamda her “demokratik” açılımın arkasında sermayenin ilgisini çekebilecek bir gelişmenin mevcut olduğundan bahsediyor. Küresel piyasalar daha fazla kuralsızlaştırılmış emek piyasaları istiyorlar. Sermaye daha az maliyetle daha fazla iktisadi verimlik sağlamak istiyor. Bu konuda Türkiye’ye nazaran dünya’da o kadar çok yazı var ki… Yukarıdaki sadece tek bir örnek. İşin bir de bu tarafı var, ama bize göre işin “asıl” bu tarafı var.