Krizlerin toplum üzerinde neden etkileri sınırlı?

Merkez kapitalist ülkelerin çevre ülkesi olan Yunanistan’daki kriz, çevre kapitalist ülkelerin merkez ülkesi olan Türkiye’nin 1980 sonrası yedi yılda bir gerçekleşen krizleri ve merkez kapitalist ülkelerdeki sık aralıklarla tekrarlanan krizler neden geniş halk kitlelerin yoğun tepkisini çekmemektedir? Bu soruya kendimizce cevap aramaya çalışacağız.

Sanayi devrimi sonrası sanayi sektöründe çalışan emekçilerin zor yaşam koşullarını belirleyen asıl etken onların aldıkları düşük ücretlerdir. İşçiler üretim sürecinin başında aldıkları yaşamaları için ancak yeterli olan ücretleri ile üretilecek malın ticaretinden soyutlanmaları, (çünkü mal satılmadan önce ücretlerini almış oluyorlar), onları devam eden kapitalist üretim sürecine ve emek sömürüsüne mahkûm etmektedir. Bu bağlamda işçi için emek sömürüsünün görünen yüzü aldığı ücrettir. Ücretin dışında sermayedar için bedava çalıştığı iş sürelerinin ve dolayısıyla yarattığı artı-değerin bu minvalde hiçbir önemi yoktur. Çünkü işçi almış olduğu ücretin karşılığı olarak sermayedara bedava çalışması gerektiğine inandırılmıştır. Yine çünkü bedava olan emek hem üretim sürecinin temeli olup hem de “gözükmeyen” bir iktisadi faaliyettir. Bu bağlamda onun üzerinden sorgulama ve üzerinden hak talep edilmesi için “bilinç” lazımdır. İşçinin hem artı-değer yaratan olarak, hem de sermaye sınıfına karşı sayı üstünlüğü olarak siyasi öneminin kitlelere işçi önderleri tarafından anlatılması sınıfsal bilinci oluşturmuştur. İşçinin kendi emeğini kapitaliste karşılıksız satmasının arkasındaki ideolojiyi işçiye anlatan önder kadrolar ve siyasal partiler, bu şekilde geniş halk kitlelerini örgütleyerek onları siyasal erki elinde tutanlara karşı toplumsal direniş alternatifleri yaratmalarına neden olmuştur. Sermaye çevrelerinin ise bu toplumsal dinamizmi engellemek için ellerinde gelenekleri savunmak kalmıştır. Bunların en başında doğal düzenin bir parçası olan çalışma ahlakı gelir. Emek sömürüsü böylece Hıristiyan ahlakı içerisinde içselleştirilir ve alt-üst sınıfların varlığının toplum üzerinde meşruiyet kazanması sağlanmış olur. Geleneksel çalışma kalıpları içindeki emekçiler, üretim sürecindeki “görülmeyen” emek sömürüsü yerine “görünen” ücretlerini sorgulayacaklar ve “neden biz de üst sınıflar gibi yaşamıyoruz?” diye soracaklardır. Bu soru işçi sendikalarının mücadele alanını işçi ücretleri üzerinden kurgulamasına neden olmuştur. Sistem bu talepleri kâr oranlarını düşüreceği için başta direnmiş fakat sonra zamanla, ama özellikle kapitalizmin altın çağı denilen 1950–73 arası 25 yıllık sürede nominal ücretleri arttırma yoluna gitmiştir. Talep yönlü bir yeniden düzenleme hem sermayenin kâr oranlarını korumuş, hem de devlet-sermaye-emekçi uzlaşısı üzerine kurulu sistemin yeniden düzenlenmesini sağlamıştır. Tüm bu gelişmeler savaş sonrası yıkılan Avrupa’nın tekrar imarı için bir sosyal barış ortamı yaratmıştır. Fakat bu dönem, dünya savaşı sonrası Avrupa’nın yıkımı, SSCB’nin savaştan güçlenmiş olarak çıkması, Avrupa’da kurulan sosyalist devletler gibi olağan üstü koşulların üst üste bindiği kapitalizmin tarihinde görülmemiş bir ara dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Ama 1975 sonrası tekrar kapitalizmin ücreti bir üretim maliyeti kalemi olarak gören anlayışı yeniden sermaye birikimini belirleyen ana unsur olmuştur. Sonuçta sistem-içi emek mücadelesi yüzyıllardır ücret üzerinden gerçekleşmiştir. Emekçiler düşük ücretleri üzerinden bir hak mücadelesi yürüterek toplumda kendilerine bir meşruiyet kazandırmışlardır.

Kapitalizm tarihinde “çatışmalar” ve “çözüme yönelik buluşlar” at başı gitmiştir. Yeniden kendini düzenleyen sistem her soruna bir çözüm bulabilip sistemin sürekliliğini sağlamıştır. Bu zamanında fordist üretim biçimi olmuş, sosyal güvenlikte sağlanan gelişmeler olmuş ve işçi sınıfının sistem ile uzlaşmasını sağlamıştır. 80’li yıllarda sermayenin sınıf çatışmalarına karşı en büyük buluşu, en büyük çözümü de “kredi kartlarıdır”. Kredi kartları ile beraber banka kredilerinin toplumun geniş kesimine yayılmasının nedeni günümüzde artan finansal sermaye dolaşımıdır. Böylece her kesimden hane halklarının, emekçilerin kolayca borçlanabilmesi finansallaşma sayesinde mümkün olmuş ve fakat bu süreç merkez ve küresel ekonomiye dâhil olmuş çevre kapitalist ülkelerdeki emekçilerin iş tanımlarını ve hak mücadelelerini değiştirmiştir. Eskiye göre değişen, artık emekçinin üst sınıfların tüketim mal ve hizmetlerini borçla, kredi kartıyla veya kredilerle satın alabilme kudretine erişmesidir. Bu durum artık emekçinin bir malı satın alabilmesi için birikim yapmasına gerek olmadığını gösterir. Bu demektir ki, emekçi düşük ücretiyle sermaye birikimi yapamaz argümanı ve sonrasında gelişen ücret üzerinden siyasi mücadelelerin kıymet-i harbiyesinin kalmadığını gösterir. Nedeni ise, birincisi işçinin artık bir mal ve hizmet almak için birikim sahibi olmasına gerek yoktur, ikincisi ise emekçinin gelirini, alacağı mal ve hizmetlerin neler olacağını tespit eden ticari sermaye değil ama finans kapitaldir, bankalardır. Emekçi işyerinden almış olduğu aylık ücretinin ötesinde ona kredi kartı verip tüketim kredisi veren bankasıyla muhataptır artık. İşçinin kredilerini ödeyememesi durumu sonrasında oluşan itilafları ise banka, onun borçlarını öteleyerek çözüme ulaştıracaktır. O zaman emekçi için banka sadece kredi verip onun birikim yapmadan üst sınıfların mal ve hizmetini almasına neden olan bir yardımcı değil aynı zamanda borcunu öteleyebilen ve bunun için kendisine ancak müteşekkir olunması gereken bir sorun çözücüdür de. Borç ötelemek finans kapital için varlıklarını kapatmamak, tersine sürdürmek demektir. Bu onun için avantajdır. Emekçi için ise banka onun tüketebilmesini sağlayan kurum, onun bir anlamda varlık sebebidir. Bu bağlamda emekçi ile banka arasında yaşamsal bir bağ kurulmaktadır. Buna göre emekçinin almış olduğu borçları ödeyip yeniden borç alabilmesi için ticari sermayenin güdümüne rahatça, fazla sorgulamadan girmesi gerekir. Esnek üretimler, iş güvenliğinden yoksun çalışma biçimleri, kayıt dışı sendikasız çalışmaların hepsi işçinin gözünde daha fazla tüketebilmesinin yolunu açan uygulamalar olacaktır. O zaman emekçi daha fazla piyasa aktörlerinin emrine girmiş olacaktır. Bu bağlamda finans kapitalin emekçiye sağladığı üst sınıfların mal ve hizmet tüketim kalıplarına borçlanarak kısmen sahip olabilme fırsatı ticari sermayenin de işine gelmektedir, çünkü o da o sayede her türlü esnek iş gücü uygulamalarını ve artan emek sömürüsünü işçi gözünde meşru hale getirecektir. Çünkü daha önce de söylediğimiz üzere emekçinin borçlarını ödeyebilmesi için daha fazla, daha fazla çalışmaya ihtiyacı olacaktır. Bankalar bu durumdan üç anlamda avantaj sağlamış durumdadırlar. Birincisi geniş kesimlere kredi vererek varlıklarını artırmışlardır, ikincisi borçlarını ödemeyenlerin borçlarını öteleyerek emekçiler ile aralarında sürekli bir bağ kurmuşlardır, üçüncüsü birikim sahibi olmadan tüketimi teşvik edip sonrasında emekçilerin zorla ve tabii daha fazla emek sömürüsüne tabii olarak birikime yönelmelerini sağlamışlardır. Bu koşullarda ücret üzerinden sürdürülen bir siyasi mücadele çok fazla sonuç vermeyecektir.

Sonuçta krizlere rağmen merkez ve çevre kapitalist ülkelerde toplumsal hareketsizliğin temel nedeni finansal sermayenin geniş halk kesimlerine sunduğu borçlanma olanaklarıdır, kısacası “kredi kartlarıdır”. Bu aynı zamanda finans kapitalin ticari sermayeyi kollamasıdır.