Fransız liberali Rougier ve faşizm

Louis Rougier kimdir? Daha evvel ki yazılarımızda değindiğimiz üzere 20’nci yüzyılda yaşamış Fransız felsefecidir. İlgi alanımızı çekmesi kendisinin 1938 yılında Paris’te düzenlenen Lippmann konferansına katılmış olmasıdır. Çünkü burada toplananlar Nasyonal-Sosyalizm ile Komünizm dışında farklı bir yol aramaktadırlar. Onlara göre (mesela Rougier) bu ideolojik sapmaların temel nedeni 1789 devriminin “eşitlik” ilkesidir. Bu ilke “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şiarıyla uyuşmamaktadır ve zaman gelip liberalizmin özgürlük ortamından yararlanıp nasyonal-sosyalist ve komünist fikirlerin güçlenmesine vesile olmaktadır. Zaten her iki ideolojide de toplumsal eşitlik adına “ulusçuluk” vardır ve bu bağlamda devlete karşı vatandaşlara yüklenen görevler olacaktır. Liberallere göre tamamen metafizik bir önerme olan eşitlik ilkesi liberalizmle uyuşmamaktadır. Zaten bütün 19’ncu yüzyıldaki Bastiat, Tocqueville, Molinari, Garnier gibi liberal iktisat ve sosyal bilimcilerin üzerinde hemfikir oldukları tek konu Fransız devriminin “eşitlik” ilkesine karşı gelmektir. Fakat bazı iktisatçılar daha da ileri giderek, 1789 sistemine karşı savaş açmış ve bunun içinde liberalizmi yeniden yapılandırmak istemişlerdir. Bu kişileri, Gaetan Pirou’nun 1925 yılında yazmış olduğu “Les doctrines économiques en France depuis 1870” adlı kitabında “Ara doktrinler” bölümünde incelemiştir. Kitabında üç tür iktisadi ideoloji ve bu ideolojiye mensup iktisatçı vardır: sosyalist, bireyci ve ikisinin arası “ara” ideoloji. Bu sonuncu ideolojiye bağlı olanlar arayış içindekileri temsil etmektedir. Bu kişilerin ortak özellikleri liberal olmaları ama aynı zamanda liberalizmle sorunları olmalarıdır. Bu gruptakileri Pirou kitabında üçe ayırmaktadır. İlki reformcu radikallerdir. İkincisi sosyal Katoliklerdir, üçüncüsü de daha sonra faşizme kayacak olan milliyetçi iktisatçılardır. Kitap Rougier’den bahsetmez ama Rougier’nin düşünce kökenlerine ışık tutar. Rougier, 1938 yılında yazdığı “Mystiques économiques” kitabında korporatizmi savunur. Özellikle iki dünya savaşı arasındaki liberalizmin iktisadi ve siyasi krizlerine bir çare olarak sunmaktadır. Tek eleştirisi bu sistemi uygulayan o zamanın faşist İtalya’sı ile Nasyonal-Sosyalist Almanya’nın otoriter devlet biçimleridir. Fakat yazarın bütün bu örneklerden daha fazla sempatisini toplamış olan örnek ise Salazar’ın Portekiz’idir. Neden? Çünkü hem diğerlerine nazaran devlet yapısı daha az baskıcıdır hem de payen ve saldırgan Hitler’e nazaran, diktatör Salazar koyu Katolik, barışçıl ve muhafazakâr bir entelektüeldir. Rougier 1929 yılında yazmış olduğu “Mystiques démocratiques” adlı kitabında 1789’un “halk egemenliği” kavramını eleştirmekte ve buradan yola çıkarak temsili demokrasinin seçilenlerin seçildikten sonra seçmenlere karşı otoritelerini meşrulaştırma aracı olduğunu söylemektedir. Yazar buna göre doğrudan demokrasiyi, referandumları, âdem-i merkeziyetçi yönetim biçimlerini 1789’a alternatif olarak daha demokratik bulmaktadır. Hatta ona göre siyasal erk, ulusalcı bürokratlardan oluşması yerine, elit, işinin ehli teknokratlardan oluşması sistemi “maceracı fikirlerden ve aşırı uçlardan” koruyacaktır. Burada bir parantez açmak gerekirse günümüzde tartışılan Cumhuriyet mi önemli demokrasi mi? konuları, meseleye hep ulus-devletçilikle özdeşleştirilip eleştirilen Cumhuriyetin demokrasiye baskın olmaması fikri ile yaklaşılmaktadır. Bu yaklaşımın en büyük sorunu Cumhuriyet fikrini eleştirip, bir sürü farklı biçimleri olduğu için Cumhuriyet’in ilke olarak bir şey ifade etmediğini söylerken, demokrasiyi “tek” ve “homojen” kabul etmesidir. Parantezi kapattıktan sonra tekrar kaldığımız yerden devam ettiğimizde Rougier’nin düşünceleri, Pirou’nun kitabında “ara doktrinler” bölümüne uymaktadır. Daha da önce söylediğimiz gibi bu bölümde arayış içindeki liberaller vardır. Bunlar arasında gözümüze en çok çarpan devletin ekonomiye daha fazla müdahale ettiği bir korporatist sistemden yana olan demokrat-Katolikler ile onları devletçi ve solcu olduğu için eleştiren ama buna mukabil yine korporatist bir sistemi savunan sosyal-Katoliklerdir. Bize göre Rougier ve Salazar işte bu ikinci gruba yakın, “arayış içinde olan” liberallerdir. Pirou’nun son grubundakiler ise “milliyetçi” iktisatçılardır. Bunlara örnek olarak yazar Fransız faşisti olan Vallois’yı örnek verir. O da diğerleri gibi korporatist bir iktisadi yapıdan yanadır, tek farkı teknolojik gelişmelere ve askeri sanayiye vermiş olduğu önemdir. Fakat Pirou kitabın ikinci baskısında (bkz: 1930, GSÜ kütüphane, 1925 ilk baskısı için bkz: e-kitap) faşist Vallois örneğini milliyetçi iktisatçılar bölümünden kaldırır.

Peki, yukarıda söylediklerimizi günümüzde nasıl değerlendirebiliriz? Özellikle hemen bir sonuç çıkarmamız gerekirse bunu nasıl yapabiliriz? İlk önce Hayek, von Mises gibi libertaryenlerin Türkiye’deki liberal solcular gibi sürekli dillendirdikleri komünizmin ve nasyonal-sosyalizmin bir olduğu savının pek doğru olmadığıdır. Tersine ulus-devletçiliğin otoriter devletçiliği geliştirdiği savına karşılık, sosyal-Katolik iktisadi yaklaşımın ve muhafazakârlığın aşırı sağ düşünceleri geliştirdiğini söylemek daha doğru olacaktır. Faşizm ve nasyonal-sosyalizm, milliyetçilik ile ulus-devletçilikten bir yönetim biçimi olarak yararlanmıştır. Bu bakımdan aşırı sağ ideolojilerin uygulanma biçimi olarak düşünebiliriz. Ama teorik arka planına baktığımızda muhafazakârlık, Katoliklik ve korporatist yönetim biçimi sayesinde ahlaklı, itaatkâr emekçilerin kapitalist üretim sistemini sorgusuz sualsiz bağlanması yatmaktadır. Ancak bu sayede zaten kapitalizmin krizleri önlenebilir. Bir ikincisi 20’nci yüzyılın neo-liberalleri aynı zamanda piyasa kurallarına göre işleyen teknokrat bir devlet yapısından yanadır. Bu açıdan çoğu merkezi “tekil” devlet yapısından çok, federatif devlet yapısına daha fazla meyillidirler. Günümüz neo-liberalizmle ilgili kısmına gelince Rougier, Molinari, Colson gibi 19 ve 20’nci yüzyıl Fransız liberallerinde iş ahlakı, muhafazakâr aile yaşamı, hümanist değerler ötesinde, emeğin belli bir disiplin altına alınması amacıyla önem taşımaktadır. Onun içindir ki, ahlaki temellere dayalı devlet kontrolünde ki korporatist üretim sistemi, işçiler arasında aşırı uç fikirlerin yeşermesini önlemek bağlamında önemlidir. Liberal sistemi sürekli krize sokan neden, emek piyasalarının denetimsiz oluşudur. Bu da 1789’un “eşitlik” mirasından kaynaklanmaktadır. Onun için sosyal yardımlarla desteklenen fakat devletin “maddi” anlamda karşılığını alamadığı “vatandaş” kavramı yerine sermayedara karşı itaatkâr, muhafazakâr, ahlakçı Katolik işçi birlikleri kurmak hem liberal sistemin krize girmesini önleyecektir, hem de sermaye birikimi rejiminin sürekliliğini sağlayacaktır. Rougier, Katolik Musloini’nin ve Salazar’ın korporatist sistemini olumlamaktadır. Ama son tahlilde, özellikle Musolini’nin savaşa hazırlık yapıyor olmasını da göz önünde bulundurduğundan, fazla otoriter oldukları için eleştirir. Ama bu bize göre konjonktürel bir eleştiridir yoksa korporatizm, ahlakçılık, Katoliklik gibi yapısal anlamda, Fransız liberali Rougier ile Faşizmin birçok benzerlikleri vardır.