Gençliğe saygı veya mektup veya çağrı

Gençlik heyecanı… iyidir.

Yaşlı ve çirkin dünyanın karşısına kim çıkarsa inandırıcı olurdu ki? Yaşlı derken, sadece sömürünün binlerce yılının en acımasız sahiplenicilerini kast etmiyorum. Onların yanı sıra yorgunları, kurnazları, kolaycıları, gericiliğin türevlerinden kurtuluş bekleyenleri de kast ediyorum. Gericilik kötülüğün örgütlü haliyse, bir de iyiliği örgütlemeksizin hayatı sürdürmeye kalkanlar var. Kim daha kötü, kim daha çirkin?

Liseliler yaşlı karanlıktan korkmuyorlar. Tiye alıyorlar, aşağılıyorlar, sırtlarını dönüyorlar. Gençlik hevesiyle değil, ama gençliğin heyecanlı enerjisiyle sahne alıyorlar son günlerde.

Sınav yolsuzluğu günlerinde patladıklarında ülkenin her yanındaydılar. Daha sonra bir sıra arkadaşları aylarca bitkisel direnişini sürdürüp bu dünyadan göçtüğünde İstanbul’da liseler boşaldı… Şimdi ülkenin liseleri bir araya geliyor, kah ilk adımları atanlara selam mektubu yazıyorlar, kah bu mücadelenin neresinde nasıl durduklarını tanımlama arayışıyla kendi bildirilerini kaleme alıyorlar.

Heyecan yayılıyor. Yalnız; liseli yaşına göre biraz sakinler sanki.

Sınav isyanında ağabeyleri, teyzeleri tarafından yalnız bırakıldıklarını bir yere kaydeden oldu mu, bilmiyoruz. Berkin’in cenazesi biliyoruz ki, “son görevdi.” O koca kortej görev tamamlandığı ve/veya gaz kapsülleri uçuştuğunda sonlanacaktı. Liseliler de biliyordu. Bunu aktaran olmuş mudur? Belki biraz eski mezunlar, belki bazı veliler…

Kendi öz deneyimleri ve 2013 Haziran direnişinin bakiyesi karşısında heyecana sükûnetin, ağırbaşlılığın eşlik etmesini normal karşılamak durumundayız. Gün zıp zıp zıplamanın değil, iyi düşünmenin zamanı.

Bu düşüncelilik halinin ille bizzat hatırlamaktan kaynaklanması gerekmiyor. Zaten hafıza, bilgileri bir veri bankasında istifleyerek oluşturulmaz ki. Bir rafa gidip indirilmiyor içinde şu deneyimin, bu bilginin yazıldığı dosya. Öyle olmuyor... Toplumsal mücadelelerden söz ediyorsak, hafıza belirli bir siyaseti referans noktası alır. Bazı siyasetler hafıza siler, bazıları tarihini sever. Biz severiz mesela. Bir; sevmek gerekir.

Ama iki: bunun devamını getirip devreyi kapatmak için örgüt, sürekliliği olan bir örgüt de gerekir. Birkaç yıl önce yalnız bırakılanlar başka “bireyler”di. Eğer o bireylerin emeğini temsil eden, sürekliliği olan bir örgüt olsaydı, gençlerin şu anki düşünceli ve sakin heyecanları bir başka olurdu. Berkin’in cenazesi dağılış resimlerinden okunur mu? Bir örgüt gerekir, dağılmanın dinamiklerini analiz eden, aktaran; ve asıl önlem alan. Daha iyisini yapmaya kararlı bir örgüt. Bildiğimiz sınıf partisi!

Dolayısıyla memlekete heyecan salgılayan gençlik bu dersleri edinmiş olamaz. Ama hepimizi çevreleyen atmosferin içinde belli başlı birkaç ana yol var. Boyun eğmek bir tanesidir ve geçilmiştir. İkinci olarak, en cesur, en devrimci, en kısa yoldan, düşüncesiz bir ataklık söz konusu olabilir. Tuzak olur. “Gençlik hevesi” olarak kalır. Yorgunluğa yorgunluk katar. Doğrusu şudur:

“Kork, ama sadece canını korumak için. Törpüleme cümlelerini, bırak kalemin keskin kalsın.”

Gençlik önüne konan çetrefil sorunları ablalara, amcalara havale edemeyeceğini hissediyor, belli ki. Toplumsal sıkışma ve çözümsüzlük hali hissettiriyor. Buna kendiliğindenlik diyoruz.

Kendiliğindenlik kendi öncülerini, düşünenlerini üretir. Sorumluluk büyük ve -zıplamanın da zamanı gelir nasılsa- liseliler kelimelerini özenle seçiyor, dikkatle yazıyorlar. Çok heyecanlı bir iş. Yavaşlamaya neden olmayan bir olgunluk, düşüncelilik, sakinlik gerektiriyor.

Hakikatimiz budur ve gün goygoy zamanı değildir. Liseliler devrime yürümüyorlar. Hatta ilk adımı atanların siyaseti ne kadar sevdikleri kuşkulu bile olabilir. Siyaset için yola çıkmadık, diyebiliyorlar. Doğrudur. Bunun ise iki türü olur. Biri aydınlığı ararken burjuva siyasetinin çamurunun dışında bir dünya olduğunu sezer ve oraya yönelir. Politize olur. Diğeri politizasyonun önünü kesmek için tasarlanmıştır ve yine burjuva siyasetine aittir. Sendikacılık çoğunlukla ikincisine örnektir. Liseliler karanlığa arkalarını döndüklerinde örnek bir siyasi çıkış yaptılar. Yürüdükçe düzenden uzaklaşacaklar ve siyasileşecekler.

Arkasını dönmek ve bildirisini masaya vurmak, yani internete salmak, yalnızca “siyasi” birer eylem olmakla kalmıyorlar. Bu siyaset insanların kendilerine ve hareketlerine ilişkin fikirlerinden bağımsız biçimde, devrimcidir, düzen dışıdır.

Bu nedenle derginin ilk yazısının Nâzım Hikmet açılması doğaldır:

“Yok öyle umutları yitirip karanlıklara savrulmak, Unutma, aynı gökyüzü altında, bir direniştir yaşamak.”

Sadece alıntı yetmezdi. Sadece Nâzım şike olurdu. Bazen büyük şairin görkemi, altına gizlenecek bir kovuk gibi kullanılabilir çünkü. Kendi düşünmezliğini, uzlaşmacılığını, ürkekliğini, sığlığını örtmeye yarayanlar da Nâzım alıntısına başvurabilirler. Bu kadar çok Nâzım okunan bir ülkede bu kadar az düşünülmesi mümkün olur muydu yoksa? Bankalar basar mıydı Nâzım’ı? Kendi sözümüz koşup yetişiyorsa Nâzım’a, durum başka:

“Önce bana açılacak gözlerin / ‘Yeşilin uyanışı’ diyeceğim buna. / Baktığım her yer yeşil, yeşil ve bir daha yeşil, / Baharın gelişini gözlerinden bileceğim.”

Ama deneyimi aktaracak örgütün, bana sorarsanız, sınıfın öncü partisinin, bıraktığı boşluğu ne Nâzım doldurur, ne bahar gelir gözlere. Nâzım baharı gördüğü yere partisinden, parti saflarından bakıyordu. Gençliğin partisi yok. Şimdilik yok ve…

“Düşüyorum. / Terk edilmiş odalarımda, / Bir hasretin kalmış acımasız. / Sesin mi yoksa bu işitemediğim”

Yanıtı var mı bu sorunun? Şu bir yanıttır elbette:

“Dizlerindeki sızı kendini yeniden hissettirmeye başladı. Çantasından paketi çıkarıp baktı, daha teslimat adresine çok yolu vardı. Yorulmuştu, fakat yürümekten başka şansı yoktu.”

Liselilerin çok heyecanlı, -ve iyi ki- çok düşünceli bir yola çıktığı kesindir. Bu yol uzun sürecek. Çünkü gündemlerinde bir tane sınav yolsuzluğu, tek bir gelecek hırsızlığı yok. Karanlığın huruç harekatına karşı parlayıp sönemezsiniz.

Kendiliğindenlik iyidir. Örgütlü bilince, örgütlü derinliğe gitmenin yolu iğneyle kuyu kazmaktan da geçebilir. Berkin’in cenazesinden sonra toplumsal direnişte ve solda yaşanan çözülme geçtiğimiz ayları iğnelerle geçirmemizi gerektirmiş de olabilir. Ama şimdi hatırı sayılır kitlelerin kendiliğinden akışının zamanı gelmiş görünüyor. Bu zaman örgütlenmek için değerlendirilmelidir. Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvetin yenemeyeceği kadar, örgütsüz bir halkın beş para etmeyeceği de söylenmelidir.

Yürüme zorunluluğu, en basiti, başka çare olmamasından kaynaklanabilir. Oysa bir de, Engels’in tarifiyle “zorunluluğun bilinci” olan özgürlük vardır. Zorunluluğun bilincine varılarak keşfedilen ve teslim olmamanın biricik yolu olarak çıkılan yol, mecburiyet değildir. Bilinçle yürünen yol ille bir yere çıkacaktır. Bize gereken örgütlü bir yürüyüştür.

Nâzım’la açılan bir derginin son sayfasının son satırlarına bakmadan edebilir misiniz?

“Ağlamak için onca sebebim varken şimdi /  Sana gelebilmek için açıyorum içimi /  Kafamı eğerek selam veriyorum sana /  Sonra soruyorum kaldırıp başımı yukarıya /  Ne bu tebessüm, yoksa kaybediş mi?”

Bu yolun ille bir yere varması gerek.

Not: Tırnak içindeki alıntıları Aydınlanmacı Liseliler Birliği Yayını olarak çıkan İzah’tan aldım.