Cumhuriyetin tasfiye sürecine zorunlu olarak eşlik eden tepkileri kontrol ve dejenere etmeye memur edilmişti CHP.

Gelen gideni…

Özgür Özel’in getirdiği yenilik meğer aday belirlenmesinde yapay zekâ teknolojisine başvurulmasıymış! 

Kamuoyu Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin tepesine tırmanışındaki ilginçliğe fazla takılmamış, “umut arayışına” daha fazla itibar etmişti. Onu önceleyen Deniz Baykal zamanında gençti ve pek yakışıklı sayılıyordu; kongre kürsüsüne popstar dumanları arasından çıkardı. Emanetçi oldukları zaten belli olanları geçiyorum; bir önceki umut “İkinci İnönü geliyooorrr” diye anons edilmişti miting meydanlarında! 

Türkiye siyasetinin bir sabitidir “CHP umudu.” Dikkat: Bu seslenme hep sola doğru yapılmalıdır. 

CHP solcu olduğu için değil, ama sermaye düzeninin ülkemizde halkçılığı, yurtseverliği, aydınlanmacılığı kemirdiği tarihsel süreçte, açığa çıkması zorunlu olan halkçı, yurtsever, aydınlanmacı tepkilerin kontrol altına alınması zorunlu olduğu için, “CHP umudu” sola dönük olmalıdır. 

Daha net konuşalım; kemirgenlerin karşısına devrimciler çıkmasın, emekçi halk ve ilerici aydınlar sosyalizme yönelmesin diye kullanılan bir dalgakırandır CHP. 

Şöyle de formüle edebiliriz: Düzenin iki siyasi akımı 1960’lardan beri “iktidar adayı” olmadılar, başka fonksiyonlar üstlendiler. Defalarca hükümete gelmiş olmaları bu durumu değiştirmiyor…

Biri, esas temsilcisi MHP olagelen faşist harekettir. Faşizm bir siyasi parti olarak iktidarı fethetmek üzere kurgulanmamıştır. Düzenin omurgasının daha sağa çekilmesi ve sola çekmek isteyenlerin her yoldan tepelenmesi için bir silahtır faşist parti. Faşizm, düzenin ve devletin işidir! 12 Mart’ta, MC hükümetleri zamanında, 12 Eylül’de, ANAP veya AKP iktidarında düzenin kaç doz faşizme ihtiyaç duyduğuna faşist bir “uç” değil “merkez” karar vermiştir hep. 

Kemalizm ve sosyal-demokrasinin bir sentezi olan CHP’nin karakteristiği de, benzer biçimde “iktidara yabancılıktır.” Ecevit’in romantizmi, şairliğinde falan değil, 1970’lerde bir ara “sosyal-demokrat Türkiye” hayali görmesindeydi. Ama gerçek, yaşamının sonuna yaklaşırken yaptığı itiraftı: En büyük başarısı sorulduğunda komünizmin önlenmesinde kendine pay çıkartmıştı!

Ta o zamanlardan beri, daha doğrusu Cumhuriyet’in kurucu partisinin kapitalist inşanın bayrağını cumhuriyet düşmanlarına bıraktığı 1950’lerden başlayarak, söz konusu hareket, kendi solunun önüne çekilen bir duvardan ibarettir.

Faşistleri geçelim; işte sosyal-demokrasi bu tarihsel misyon sınırlaması nedeniyle bu haldedir. Payına düşen “iktidar alanı” sendikal kurumlardan, en modernleşmiş yerleşimlerin belediyelerinden, coğrafi olarak en aydınlanmış bölgelerden ibarettir. Bu alanlar cumhuriyet karşıtlığına kolay kolay yar olmayacak özellikler taşımaktadır. Bir tarafta sağ, cumhuriyetçilikle bağlantılı tüm değerleri imha ederken, bunun becerilemeyeceği yerleri de CHP dejenere etmektedir. Bu bir işbölümüdür. Sağ bütün ülkenin yağmalanmasını örgütler. CHP başta yerel yönetimler olmak üzere, kendi iktidar alanının yağmalanmasını ayarlar…

Yıllar geçer ve gelenler gidenleri aratır! 

Nedeni yukarıda çizilen çerçevede anlaşılabilir. Yenilerin daha iyisini yapması, geçmiş pratikleri aşması için, önce, o hareketin toplumu dönüştürmeyi amaçlaması gerekir. Oysa dönüştürenler sağcılardır. CHP ise buna duyulan tepkileri boş umutlara bağlayarak sağcı dönüşüme ayak uydurur. İşi budur!

İmamoğlu-Özel CHP’si, bir maça benzeteceksek, daha ısınma hareketleri sırasında sakatlandı. Aday belirleme skandallarının suçunu yapay zekâya yüklemek de kurtarmaz!

Murat Kurum ve Tayyip Erdoğan neredeyse rakibin sahaya çıkmamasıyla hükmen kazanacakları bir maça hazırlanırken, talihin onları siyanür havuzuna düşürmesine yanıyor olmalılar. Kuşkusuz olay, AKP açısından trajik bir şanssızlık değil kaçınılmaz kaderdir. Ama zamanlamasının seçime denk gelmesi hiç de zorunlu değildi! Eğer İmamoğlu-Özel dönemi görülmemiş bir fiyaskoyla sonuçlanmazsa, bu, CHP’nin becerisinden değil, AKP’nin tepesine başka yıldırımların düşmesinden kaynaklanacaktır… Hal böyleyken DEM Parti’nin, Ali Kenanoğlu’nun tarifiyle 31 Mart’ı CHP ile, 1 Nisan’ı AKP ile görüşüyor olması sadece oportünizmin manifestosu sayılmamalıdır. Demek ki DEM ve aslında bütün düzen partileri, seçim gecesi tablo ne olursa olsun, temel aktörün AKP olacağını kabul etmekteler. Özetle, herhangi bir seçenekte CHP için gerçek bir kazanç olmayacaktır. En büyük başarı teknenin batışını ertelemekten ibarettir!

Yani teknenin batması artık abartı içeren bir dramatizasyon değil, gerçek anlamıyla gündemdedir. Cumhuriyetin tasfiye sürecine zorunlu olarak eşlik eden tepkileri kontrol ve dejenere etmeye memur edilmişti CHP.

Dejenerasyonda öyle bir başarı kaydetti ki, “kontrol işlevini” kimse hatırlamaz oldu. Herkes batan geminin mallarıyla ilgileniyor artık. 

CHP’nin kendi yarattığı kötü kadere sevinecek değiliz. İlk elde tarikatların zafer turu atacak olmasında olumlu ne olabilir ki! 

Ama biz de 1 Nisan’ı düşünmek ve görüşmek durumundayız. Cumhuriyetin tasfiyesinin karşısında devrimci bir seçeneğin örgütlenmesini, aynı derdi paylaşanlarla birlikte düşünmekten, görüşmekten söz ediyorum. İşte bu noktada, ortada umut bağlanacak bir CHP’nin kalmamasına üzülecek de değiliz.