Yarılmış Bir Akım Olarak DSİP

Yaklaşık iki yıl kadar önce, DSİP’in girdiği rotayı değerlendirirken, “salaklıkla hainlik arasındaki incecik çizgi”den bahsetmiş, bu çizgi üzerinde yürüyenlere, “hangi akla hizmet ettiği belli değil” denir diye eklemiştim (Salaklıkla Hainlik Arasındaki Çizgi). Sonra anlaşıldı ki, DSİP, estağfurullah, salak değilmiş! Haklarında, belki de öylelerdir diye düşünmek iyi niyetini sürdüren bendeniz gibilerinmiş o sıfat meğer. Zaman, hangi akla hizmet ettiklerini gösterecek, bilinçli bir seçime işaret edecekmiş…

Uzunca bir zamandır, birkaç kere konusunu da açmıştım, liberal solun —ki, DSİP ve türdeşleri için buradaki “sol”un taltif edici bir tanım olduğunda, gereksiz ve gerçeğe aykırı kaçtığında hemfikiriz— tartışılabilir, yanılgıları gösterilebilir olmaktan çıktığı, böyle bir düzlemde yer vermenin anlamsızlaştığı görüşündeyim. Nasıl ki, AKP gibi, Türk ve Kürt milliyetçiliği gibi, Birikim tayfası gibi, alenen sermayenin, karşı kampın temsilcileriyle olduğu gibi, “bakın, o mesele öyle değil” mealinde bir temas noktası kurmuyorsak. Çünkü, bir tartışma, kerteriz alınacak referanslar gerektirir, eser miktarda bile olsa ortaklaşılan bir amaç ister. Bunun zerresi kalmamışsa, en fazlasından, teşhir amaçlı bir “düşünsel” muhataplığın öznesi olurlar, o kadar. Kimilerinin, kendilerini “devrimci”, “sosyalist” diye adlandırıyor oluşu, Marks’tan, Lenin’den dem vuruşu, bu durumu değiştirmez. DSİP, troçkist geleneğin günümüzdeki görünümünün bir parçası olarak bile tutunamadı ki, beterin beteri dedikleri bu olsa gerek.

Gene de, anlamaya çalışalım hadi.

Fi tarihinde, bir siyasal akımın haftalık dergisinde, işçi sınıfının onların tek bir çağrısını beklediği, yüzbinlerce emekçiyi yürütebildikleri, kitlelere önderlik ettikleri filan gibi enteresan haberler yer alırdı. Önceleri şaşkınlıkla karşılanırdı bu hayal ürünleri ama sonra alışılmış, gırgır malzemesi olmuştu. Bir gün, bir başka akımın dergisinde bu konuya değinilmişti. Taraftarları, bu kadar desteksiz savurmalara neden bir yanıt vermediklerini sormuşlardı. Derginin başyazısında deniliyordu ki, bu konuya girmeyişimizin nedeni, bunun siyaset alanına değil, psikoloji alanına ait olmasıdır ve biz bu işte ehil değiliz.

Geçenlerde, Radikal gazetesinin soruşturma dizisinde “Sosyalist solda büyük yarılma” başlığını görünce bu aklıma geldi. Laçiner’lerin, Tarkan’ların aklıselim solculuğu temsil ettiğini, AKP’ye karşı çıkanların ne kadar Kemalist, darbeci ve daha bilmem ne kötü nitelikli olduğunu göstermeye yönelik bu iktidar güdümlü dizinin başlığı için seçilen “yarılma”, bu zevatın sürekli tekrarladığı “tez”lere baktığınızda, yerine oturuyor.

“Şizofreni kavramı, schizo-schisme (yarılma) ve phrenia’dan (beyin, zihin) türemektedir, zihin bölünmesi, yarılması anlamına gelmektedir.”

Psikolojiyle girdik, o sürece iki ruh haliyle bakarak sürdürelim. Birinde, bundan tam bir yıl önce, Halil Berktay DSİP’i tek aklı başında sol ilan ettiğinde, biraz mırın kırınla karşılık görmüştü. Roni filan, “tamam, ama biz birbirimize yabancıyız” diyerek, ne kadar benzer düşündüklerini söyleyen konferans konuklarına biraz ayıp etmişti. Berktay’ın övgüsü, hiç değilse ele güne karşı, rahatsızlık yaratmıştı. Sonra, bu inkâr ile başlayıp, aradaki hırçın saldırılarla dışlaştırılan öfke, sonra malum çevrelerle pazarlık, bütün bir devrimci geçmişten kendini soyutlayan depresif hal ve 12 Eylül referandumunda, Berktay da değil, Tayyip Erdoğan’dan gelen teşekkürle koltukları kabaran bir kabullenme. Kimileri, hastalığın yerleşmesini, aynı zamanda çevrimin bir iç huzura erişle tamamlanması olarak da görür. Hastalıklı da olsa yapısal tutarlılık sağlanmıştır.

“Bir psikotik tepkide gerçekliği kavrama sürecinin zedelenmesi sanrı (söz konusu kişi çevrede var olmayan şeyleri görebilir) ve sabuklama gibi bir algılama bozukluğuna neden olur. Bazen bilinç de zedelenir.”

Aslında bu anlama çabasının da, DSİP’i halen gerçekliği farklı algılama türünden bir rahatsızlıkla mazur görebilme olanağını değerlendirmenin de beyhudeliğinden söz edilebilir. Ama, şuna karşı başka ne söylenebilir?

“12 Eylül referandumunda işçi sınıfının ve yoksulların darbelerle ayakta duran köhnemiş Kemalist rejimin son bulmasına 'evet' demeleri, Yetmez ama Evet diyen yüz binlerce işçi ve yoksulun boykot eden milyonlarca yoksul Kürtle yan yana gelmesi, rejimin düşman ilan ettiği sosyalistlerin, Kürtlerin, Müslümanların devlete karşı mücadele zemininde buluşması eski düzenin devam etmesini isteyenleri korkutuyor.”

Gelin bunu tartışalımlık bir saptama mı bu? Ya da şunlar:

“Sadece 1923'e dönelimciler değil, burjuva milliyetçileri toplumsal tabanları ve ufukları kentli laik orta sınıflarla dayanan bütün siyasi hareketler, TÜSİAD medyasının kalemşörlerinin öncülüğünde Yetmez ama Evet diyen sosyalistlere ve halka karşı başlattıkları savaş Kemalizmin çöküşünü engellemek için yapılan son hamledir.”

Cümle biraz düşük, ama hayal alemi yerli yerinde.

“Mesele sadece seçim değil. Seçimin sonuçları zaten belli. Yalan ve iftira kampanyası üç önemli gelişme karşısında yüzde 42'lik zengin orta sınıfların Kemalist rejimi korumak için harekete geçirilmesini amaçlıyor.”

Neymiş o “üç önemli gelişme”? Kürtlere hakları tanınıyor, anayasayı siviller yapacak, darbeciler yargılanıyor. Alın size “devrim süreci”! Bakın: “Devrimci sosyalistler açısından bu tablo tarihsel kazanımlarla sonuçlanacak bir sürecin işçi sınıfının, yoksulların, özgürlük isteyen ezilenlerin mücadelesinin önünün açıldığını gösteriyor. Devrimci sosyalistler yüzde 42'ye, laik ve milliyetçi küçük burjuvaziye değil işçi sınıfına dayanıyor.”

“Bazı hastalar uydurulmuş sözcükler kullanırlar (neolojizm). Bu sözcükler söz konusu kişilerin kendi düşünce dünyalarından kaynaklandıkları için, ancak onlar için bir anlamları vardır.

Bunun örnekleri çoğaltılabilir. Radikal gazetesinin “yarılma” kelimesi seçiminin, DSİP özelinde teşhis niteliğinde olduğu söylenebilir.

Görüldüğü üzere, ortada bir gerçekliğe tekabül eden, bir mesnede dayanan görüş mevcut olsa, referanduma kimlerin evet kimlerin hayır dediği üzerine bazı hatırlatmaların anlamı olabilirdi. Bırakın geçmişi, o tarihten bu yana AKP iktidarının neyin önünü açıp neye set çektiği gösterilebilirdi. Şu ileri demokrasi üzerine neşeli saptamalar yapılabilirdi. Ama, bunlar somut gerçekliğin algılanabilmesini varsayarak mümkündür. Oysa, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, DSİP’in gerçekliği, siyasetin değil, psikolojinin alanındadır epeydir.

Ya da öyle değildir de, o incecik çizginin, bilinçli bir seçimle hainlik tarafına geçişinin ayan beyanlığından söz etmek gerekecektir.

Aslında bu da psikolojik yönler içerir.

“Hem fiziksel durumu hem de kişiliği insanın kendi yaşamının yükünü taşıyabilecek yeterli taşıma gücü olup olmadığını belirler. Eğer belirli bir anda yük, taşıma gücünü aşarsa bu durum psikotik bir tepkiye yol açabilir. Örneğin, yalnızlık (yük) ile birlikte hafif bir bunama (akli yeteneklerin yıpranması) hastanın taşıma gücünü zayıflatırsa, çok geçmeden psikotik bir tepki ortaya çıkar.”

Önce derin bir korkuyla başlarmış bu süreç. Dolayısıyla, hem korku hem yalnızlık duygusunu bertaraf edecek tek bir hamle bulunabilir. İnsanın temel güdülerinden biridir kendini koruma ne de olsa. İktidara öyle bir yamanırsınız ki, güvenceniz gelir, çevreniz kalabalıklaşır, medyatik olursunuz, önemsendiğiniz hissine kapılırsınız, onaylanırsınız…

Ya budur, ya gerçekliği çarpık algılamadır durum.

Şimdi çıkıp, bu yarılmanın öte tarafı nerede diye sorarsanız, Kemalizmle bütün dertlerinin, Kürt sorunu, askeri vesayet, cumhuriyet diktası filan kılığına girmiş şekilde, Jakobenizmle hesaplaşmak temelli olduğu ve referanslarını Troçki olarak belirledikleri halde, hâlâ Lenin’den, Ekim Devrimi’nden bahsedebilmelerindedir diye yanıtlayabiliriz. Kendilerini nasıl adlandırdıklarındadır.

Kemalizmi ve Stalinizmi denk gelenek içinde ilan eden bu zevat, “yukarıdan aşağıya”lık olarak, topluma dayatmalarda bulunmak olarak tanımladıkları Jakobenizmden nefretle oluşturdukları kişiliklerinin bir noktasında, gelip bu yarılmayı yaşamak zorundaydı.

Sorduğunuzda, “Lenin ve Ekim Devrimi Jakoben değildi” diyebilen bir zihinsel sekmeye, çalımından geçilmeyen bir cehalete bakılınca, “kendini inkâr”la başlayan süreçtir bu. Troçki ile Lenin arasındaki büyük kopuşun bu eksende olduğundan, Lenin’e “Maximillien” takısıyla seslenen bir gelenekten söz açmanın, hatırlatmaların anlamı var mı sahiden? Bu hatırlatılınca, “ama o 1904’teydi ve özeleştirisini verdi” savunmasına girişenlere, 1928’de “Stalin ekibi”ne “thermidor” yakıştırması yapılışının alt metninden mi bahsetmeli?

Jakobenizmden, dolayısıyla, tarihe devrimci müdahaleden duyulan korkunun, bir siyasal akım özelinde yol açtığı psikoz, hazır hasta da iç huzura ermişken, fazla kurcalanmamalı belki de.

DSİP için başka ne denilebilir? Geçenlerde soL’da yapılan, “bak, sen bir zamanlar buydun” gibi hastalanmadan önceki halini hatırlatmaya yönelik bir terapiye de hasta yanıt vermiyorken hem de…