Taşrada ramazan ve örtülü faşizm…

KENTİN SESİ – MANİSA Yazıları

Yarın Ramazan ayı başlıyor.

Ve bu yazının konusu, giderek toplumsal yaşamın dinselleştiği Anadolu kentlerinde, taşra kasabalarında oruç tutanların, tutmayanlar üzerinde yarattığı “ince / örtülü / gizli” faşizmin travmasını yaşayanlara dairdir.

***

“Toplumun giderek muhafazakarlaştığı, yaşamın dinselleştiği bir dönemde taşrada ramazan ayı nasıl yaşanır” sorusu ve “bu yaşamın yol açtığı travmalar” konusu, son yıllarda üzerinde düşündüğüm bir soru ve konu.

İçinde yaşadığımız muhafazakar, dinci ve dindarlaştırılan toplumda, diğer ibadetlere değil de, nedense oruca ayrı bir önem atfedilir.

Örneğin günde beş vakit namaz kılmayanlar, zekat vermeyi aklından geçirmeyenler, hac seyahatini gündemlerine bile almayanlar yani dinin diğer emirlerine ve ibadetlere çok da kulak asmayanlar bile, ramazan ayı gelince oruç tutma histerisine kapılırlar.

Ben bu kişilerin tuttuğu orucun, bir ibadetten çok, bir “gelenek”, bir “âdet”, bir “alışkanlık” olduğu kanısındayım. Ramazan gecelerinde kılınan teravih namazlarının da, gece yarısı oturulan sahur sofralarının da, “dinsel” boyutunun yanında “geleneksel” bir yönünün de olduğunu düşünüyorum.

Dinsel ya da geleneksel, ibadet ya da âdet… Hiç fark etmez… Her ne olursa olsun, Anadolu’da ramazan ayı, bir turnusol kağıdı gibidir. Anadolu şehirlerinin, taşra kasabalarının “muhafazakarlığının”, “tutuculuğunun”, “baskıcılığının” oranı ve ivmesi, ramazanlarda daha net bir şekilde ortaya çıkar.

***

Pek çok lokanta kapalıdır… Özellikle esnaf çay ocakları tadilata girer… Köşe başlarındaki simitçiler tezgahlarını kapatırlar… Yılın 335 günü faaliyette gösteren Anadolu ve kasaba meyhaneleri 30 gün boyunca kapalıdır…

Şehrin ya da kasabanın muhafazakar-dindar aktörleri / eşrafı, kimin oruç tutup kimin tutmadığını göz ucuyla dikizlemeye çalışır… Birbirlerinin tuttukları oruçla ilgili değillermiş gibidir insanlar ama çoğu insan birbirini gözetler aslında...

Oruç tutan iki tanış, sigara içerek önlerinden geçen bir oruçsuz hakkında atıp tutarlar, ana avrat dümdüz giderler… Kendilerini tatmin ederler belki de böylece… Asıl istekleri, “biz ikimiz oruçluyuz, ama şu zındık nasıl da oruç tutmuyor bak” düşüncesiyle tatmin olmaktır…

***

Hemen hemen her ramazanda bir Anadolu şehrinden ya da bir taşra kasabasından gazetelere birkaç haber yansır: “Oruç tutmadıkları için dövüldüler” ya da “Sokakta sigara içtikleri için tartaklandılar.”

Bu tip haberler, suyun üstüne çıkan olaylardır.

***

Bir de daha derinde yatan, gün yüzüne çıkamayan, insanların kendi içlerinde, derinlerinde, küçük gruplarında yaşadıkları travmalar vardır.

Örneğin oruç tutmayan bir üniversite öğrencisinin lokantada yemek yemekten çekinmesi oruç tutamayan bir çırağın ustasının yanında oruçluymuş gibi akşama kadar aç kalması oruçsuz memurların amirlerinin ya da şefleri varken öğle yemeğine çıkamamaları, akşam yemeği davetlerinde oruç tutmayanların da tıpkı oruçluymuş gibi iftar saatini bekleme refleksleri…

Oruç tutmamaktan duyulan mahcubiyet… Oruçsuz olma halinin gizlenmesi, saklanması… Oruçluymuş gibi davranma hali…

Taşranın, kasabanın gerçeğidir bunlar…

Ve her ramazanda en katı haliyle yaşanır…

***

Herkesin bu duyguları ve travmayı yaşadığını iddia etmiyorum elbette… Ama her ramazanda buna benzer iç sıkıntılarını, duygusal travmaları yaşayan insanların az olmadığı da bir gerçek…

***

Bakınız, gönüllü oruç tutanlardan söz etmiyorum. Orucu ister bir ibadet, ister bir gelenek gibi görüp de, bilerek ve isteyerek sahur ve iftar sofralarında yerlerini alanlardan da söz etmiyorum.

Sözünü ettiklerim, gündeminde “oruç”, “ramazan”, “sahur”, “iftar” gibi kavramlar olmadığı halde kendilerini birden bire böyle “dinsel bir atmosferin” içinde bulanlardır. Oruç tutmadığı halde, göğsünü gere gere “Ben oruç tutmuyorum, yılın 365 günü nasıl namaz kılmıyorsam, bu 30 günde de oruç tutmuyorum” diyemeyenlerdir. Kendilerini “toplumsal oruç tutma histerisinin” içinde bulanlar ve oruç tutanların tutmayanlar üzerinde yarattığı “ince / örtülü / gizli” faşizmin travmasını yaşayanlardır.

***

Toplumun giderek dinselleşmesinden, toplumsal yaşamın muhafazakarlaşmasından kaynaklanan bir “baskı”, bir “zorlama”, bir “hizaya getirme” aracı haline gelmiştir oruç.

Yılın diğer aylarında hiçbir ibadette görülmeyen bir “baskılama” mekanizması, oruç ibadetinde ortaya çıkar taşrada.

Örneğin “namaz kılmıyorum kardeşim, kime ne” ya da “zekat mekat vermiyorum, kimse ibadetime karışamaz” diyen, diyebilen pek çok kişi, söz konusu oruç olduğunda, muhafazakar ve dinci baskılamanın etkisinden kurtulamaz, Anadolu kentlerinde ve taşra kasabalarında.

Tutmasa bile, oruç tutmadığını alenen, açıkça sergilemesi “muhafazakar” ve “dini bütün” eşraf tarafından hoş karşılanmaz.

***

“Oruca saygı” istenir ve beklenir taşra kasabalarında da, “oruç tutmayana” yan gözle bakılır her daim.

Nedir bu oruca atfedilen önem?

Neyin göstergesidir taşra kentlerinde oruç tutmak ya da tutmamak?

İbadetin ve dini göstergelerin hayatında çok da fazla yer kaplamadığı insanlar bile, söz konusu Ramazan ve oruç olunca, niçin böyle bir “iştaha, şevke, iştiyaka” geliyorlar.

Anlamıyorum ve merak ediyorum.

Yukarıdaki soruları bu yüzden sordum.

Bu konuya haftaya devam etmek istiyorum.

Manisa’dan “Ramazan”, “Oruç”, “İftar çadırı” sahneleri eşliğinde…