ABD'li savcının aklından geçenler

“Normal ülke” gündemimiz hiç olmuyor. 

Ya Agatha Christie senaryolarına taş çıkartan korku dolu gündemle yaşıyoruz. Ya da İnek Şaban, Zübük filmleri taklit edilircesine davranan siyaset insanları ortada dolaşıyor.

Sadece siyasetçiler mi? Adam profesör olmuş, devlet televizyonuna çıkarmışlar, “namaz kılmayan hayvandır” diyebiliyor.

Ana konuya geçersek...

Amerikalı ünlü boksör Muhammed Ali’nin ölümü, dolayısıyla cenaze töreni, uyanık bir siyasetçi için iyi bir propaganda fırsatı sayılabilirdi. Bu olanağı kullanmak da her siyasetçinin hakkıdır.

Türkiye’de miting meydanlarında Kuran sallamanın, sürekli dualarla, surelerle konuşmanın, hatim indirmenin oy almak için ne kadar işe yaradığını bilen bizim Sultan Muhammed Ali’nin cenazesine boş gitmedi, bayağı hazırlıklı gitti.

Yapacaklarını, planını daha yoldayken açıkladı.

Kabe örtüsünün bir parçası olduğu “iddia” edilen bir bez parçasını tabutun üstüne koyacaktı. (10 üzerinden 10 puan)

Cenaze töreninde Kuran okuyacaktı. Dolayısıyla mikrofonu ele geçirince de konuşma yapacaktı. Dünyaya seslenecekti. (10 puan)

Böylece canlı yayınlarla tüm dünyanın izlediği törenden insanlığa seslenecekti. Belki yapılan duble yollardan bile söz edecekti.

Olmadı. Hiç birine izin vermediler. O da seyahati yarıda kesti. “Atımı hazırlayın dönüyoruz” dedi, eşine ve birlikte geldiği ekibe. Kürkçü dükkanına döndü.

Törenin birinci gününde, cenaze namazı sırasında kafilede sırayı bozup öne geçmeye çalışınca da düzenleme ekibinden birileri ona omuz atıp, “sırayı bozma, yerine geç birader!” muamelesi çektiler.

Demek ki bunlar da "paralelci". Taa buralara kadar sızmışlar. Bunları içeri atmak lazım. Aslında esas çözüm, cenaze tertip komitesine kayyum atamak, yönetimini değiştirmekti ama artık geç kalındı.

Haa, 'başkan'ın ABD seyahati ve planları dış basında alay konusu olmuş, kimin umurunda.

Kendisine oy veren ümmeti yerli gazete okumuyor ki, yabancı gazetede ne yazıldığını nereden bilecek.

Bu yazılardan birini ben hatırlatayım.

İtalyan La Stampa gazetesinde bu konuda şu yorum yapıldı:

“Evinde hiçbir muhalefetle karşılaşmaksızın emir yağdırmaya alışmışsan, misafir olduğun yerde haliyle sıraya girmek güç olur. Ali’nin cenazesinde istediği gibi ağırlanmayınca Louisville’den ayrılan Erdoğan, bu yüzden diplomatik bir vaka haline geldi.”

Bu yazı beni 25 yıl kadar önceye götürdü.

E.İnönü-S.Demirel koalisyonu döneminde SHP’nin devlet bakanı Salih Sümer’i eleştiren bir yazı çıkmıştı, İngilizce yayınlanan Turkish Daily News gazetesinde.

Bunu duyanlardan partili bir yakını bakan Sümer’e bu haberi hatırlatarak, gazeteye tekzip göndermesini önermişti.

Salih Sümer’in yanıtı ise şöyleydi; “Yahu sen ne kafasız adamsın? Diyarbakır’da kim gazete okuyor ki. Söylediğin gazete Türkçe değil, Kürtçe değil. Ne dedin, adı neymiş, "deli deyyus" (Daily News) gazetesi mi, onu kim okur bizim oralarda. İstediğini yazsınlar.”

Aynı rahatlık şimdi de var. Kim okur dış basını. İç basın dersen zaten onu da iktidar ele geçirmiş, sorun yok.

Aslında bu geziyi yarıda kesip geri dönmesi bir bakıma iyi de oldu.

Biliyorsunuz, ABD, Türkiye’deki yöneticiler için artık tehlikeli hale geldi. New York savcısı Bharara,Türkiye’deki iktidarın bazı temsilcilerinin adının yolsuzluğa karıştığını tutukladığı Rıza Sarraf’ın iddianamesinde belirtti.

O iddianamede bizim üst düzey yöneticilerimiz suçlu, suç ortağı görünüyor.

Ya bu savcı bizim Sultan’a “beyim, buralara kadar gelmişken, lütfedip gelip bir çayımı içsen, senin de ifadeni alsam” dese, birkaç gün için ABD’den çıkış yasağı koysaydı, halimiz ne olurdu?

Bu savcıya güven olmaz.

Neyse ki, bizimkinin verdiği bir sadaka varmış ki ABD’de alıkonulmadı.

Belki de Bharara şimdiden gözünü korkutmak istemedi.

“Bir daha gelişte ifadesini alırım” diye düşünmüş olmalı.

Tüh, tüh, tüh. Ben de neler düşünüyorum. Ağzımdan yel alsın.