Bu atasözünü çok seviyorum zira Akepe Türkiyesi’nde geçen her gün bir kez daha doğrulanıyor.

Zırva tevil götürmez

Birçok toplumun olduğu gibi bizim de atasözlerimiz var. Kimileri eskimiş, geçerliliğini yitirmiş neredeyse hakaret seviyesinde yanlış artık. Bazıları ise zamana, toplumsal değerlerdeki değişime direniyor. “Zırva tevil götürmez” işte böyle bir atasözü. Anlamını çoğumuz bilir ama bir kez daha anımsatmak yararsız değil. Ne yaparsan yap saçma sapan bir şeyi, olguyu, sözü makul, kabul edilebilir hale getiremezsin anlamı var. Bu atasözünü çok seviyorum zira Akepe Türkiyesi’nde geçen her gün bir kez daha doğrulanıyor.

Monşer eskisi olduğum için dış politikadan başlayacağım. Türkiye’nin mevcut dünya düzeninde etkin bir hava savunma sistemine ihtiyacı bulunduğu tartışılmaz. Şimdi omzu bir hayli kalabalık olan bir paşanın ağzından birkaç yıl önce dinlemiştim. Özellikle füze savunma sisteminin kurulmasının önemli olduğunu söylemişti. Kendi mantığı içinde tutarlı. Akepe bu ihtiyacı gidermek için temaslar yaptı. ABD ve Avrupalılarla yapılan pazarlıklar çeşitli sebeplerle sonuca ulaşmadı. Bir ara Çin’den alınıyordu, o da olmadı. O süreçte Akepe’nin ve muhayyel bir dünyanın liderinin aklına ya da daha büyük olasılıkla ona akıl verme ayrıcalığına sahip birilerinin aklına hava savunma sistemini Rusya’dan almak geldi. Bildiğim somut bir şey yok, hikaye yazıyoruz birlikte. Bu noktaya gelinirken öneri Rusya’dan, hatta onun lideri Putin tarafından doğrudan yapılmış da olabilir. Önemli değil, bizim bakmamız gereken asrın liderinin ve “NATO değerleriyle” şekillenmiş savunma ulemasının bu alımı nasıl kabul ettiği. Akepe bakımından yanıt kolay. 15 Temmuz 2016’da yaşanan Fethullahçı darbe girişiminde Beştepe’nin üstünden uçan ABD yapımı F-16’lar bu soruya yanıt teşkil edebilir sanki. Akepe lideri S-400’lerin benzeri bir riske uygun bir karşılık olacağını düşünmüş olabilir. Üstelik 15 Temmuz’un hazırlıklarının öyle enişteden, kayınçodan filan değil de Rusya’nın yardımıyla öğrenilmiş olduğunu düşünürsek Erdoğan’ın Putin’e bu konuda da güvenmesini şaşırtıcı bulmak zor. Bunlar tamam.

Gelelim NATO’nun en kalabalık ikinci ordusuna. Ülkenin bütün savunma altyapısı ABD patentliyken bir ya da iki batarya S-400’ün 780 bin kilometrekarelik bir ülkeyi koruyabileceğine nasıl ikna olmuş olabilirler? Yanıtım yok. Ancak karşımızda kocaman pahalı bir zırva var. Tevil götürür mü? Sanmam.

İş orada bitmiyor. Akepe liderinin bu konudaki ısrarı Türkiye’nin F-35 projesinden dışlanması sonucunu doğurdu. Mesele son nesil savaş uçaklarını alamamak değil sadece. Çok anladığım konu değil ama uzmanlara sorarsanız, Türkiye aynı zamanda ciddi bir gelirden ve kısıtlı da olsa bir know-how transferinden vazgeçmiş de oldu. Zırva mı, zırva? Tevili mümkün mü? Değil.

Daha bitmedi. Türkiye acımasızca sömürülen emekçilerin sırtından F-35 projesi için bugüne dek yaptığı harcamaların üstüne buz gibi bir Potomac suyu içmek zorunda kaldığı gibi, orta yerde duran savaş uçağı ihtiyacını karşılamak için bu kez de, küçük sanayi deyişiyle “rektifiye” F-16 uçaklarının peşine düştü. Şairin dediği gibi üstelik: 

Parasıyla peşin peşin
Kefenimiz arşın arşın
.

Bu ne demek? Üstüne 2,5 milyar dolar daha verip alınacak bu uçaklar. Alınacaklar mı? Yok, o da garanti değil. Temsilciler Meclisi istemiyor, Senato yan çiziyor, Yönetim koşul getiriyor. Bu yüzden de kıymeti kendinden menkul lobi şirketlerine yüzbinlerle dolar akıtmak gerek düzenli olarak. Yetmez. İsrail’le de yeni bir balayı şart ABD’deki Yahudi lobisinin desteğini almak için. Yerseniz. Biz belki yeriz de, İsrail yemiyor. Bunu İlhan Uzgel hoca güzelce anlattı Dünya Çarkı’nda. Linki burada: https://youtu.be/3ATmmAGRO4Q

Biz devam edelim. ABD’nin Türkiye’ye bu paslı zokayı yutturmak için bile acelesi yok anlaşılan. Bugün git, yarın gel.  Elimizde ne kaldı? Hava savunma sistemiyle entegre edilemeyecek bir veya iki batarya S-400, NATO genişlemesini bloke etme kozu, eskiyen ve bölgede rekabet gücünü bir kaç yıl içinde yitirecek bir savaş uçağı filosu. Bundan âlâ zırva mı olur? Vallahi zor. Tevil götürür mü? Aya sert inersek bir ihtimal!

Türkiye ile Yunanistan arasında başta Ege olmak üzere ciddi sorunlar var.  Geçen haftaki yazımda ele aldığım için derinliğine girmeyeceğim. İki tarafın burjuvazisi de içeride sıkıştıklarında buradan çıkış arıyorlar. Bu meselede haklı taraf aramak nafile. İki ülke de NATO üyesi. Topyekun savaşa girebilme yetkileri bile yok kendi kararlarıyla. Kardak sırasında ABD bunu çok açık söyledi. ABD ve NATO’nun arzusu hilafına başlatılacak üç günlük bir savaşın ardından ancak taş ve sopa fırlatabilirler birbirlerine. Emekçilerin çocuklarını öldürttükleriyle kalırlar. Bunu herkes bildiği halde “Bir gece ansızın”la başlayan cümle kurmanın nafileliğini geçelim. Artık alıştık. Peki bu düşük kaliteli gaza gelip ortaya atlayan ve “uluslararası hukuka göre biz de haklıyız aslında” mealinde cümleler kuran asker/sivil azmanların yaptığı ne o halde? Zırva! Hem de tevil edilebilme ihtimali sıfır cinsinden!

Dış politikadaki zırva zincirinin ucunu görmek zor. Uzayıp gidiyor. Biraz da içeri dönelim.

9 Eylül kutlaması can acıttı belli. Çığlıkları yeri göğü inletenler bizim gericilerle sınırlı değil. Ermeni ve Yunan milliyetçileri ile onların çanaklarını yalayarak Avrupa’da ikamet uzatan yurtsuz liberal tayfa da geri kalmadı. Tarkan konseriyle “etnik temizlik” kutlanmış İzmir’de meğer. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu tarihin bir hatası olarak gören batı merkezli, hastalıklı ve ırkçı zihniyet Kurtuluş Mücadelesi’ni de hazmedemiyor aradan geçen yüz yıla rağmen. İşgalci Yunan ordusunu Manisa kapılarında dualarla karşılayan sarıklıların, İngiliz Muhipler Cemiyeti’de toplaşıp kendilerine Britanya tasması  arayanların siyasal mirasçılarıyla ele ele hayıflanıyorlar. Neymiş? “Gaflet ve delalet, hatta hıyanet..” denmeyecekmiş. Zırva mı, zırva! Kurtuluş Savaşı emperyalizme karşı olduğu kadar, devrini tamamlamış ve tahtını ülkesi zanneden bir hanedana karşı da kazanılmıştır. Tersini savunmak zırvadır ve tevili yoktur. 

Batı’dakilerin ve buradaki uzantılarının asıl rahatsız oldukları emperyalizme bir tekme vurmuş olan bu topraklardaki devrimcilerin, Cumhuriyetin taşıdığı aydınlanma ateşiyle büyüttükleri ikinci darbeyi vurabilme ihtimalidir. O ikinci tekme emperyalizmin beline olduğu kadar onun suç ortağı gerici karanlığa da mutlaka indirilecektir. Korkuları yerindedir.

Louis Capet’nin Fransızların, Kral Fuat’ın Mısırlıların, ne idüğü belirsiz bir Bavyera Prensi’nin Yunanlıların atası olmadığı gibi Osmanlı’nın İngiliz zırhlısıyla ülkesinden kaçan son temsilcisi de bu topraklarda yaşayanların atası ya da gericilerin pek sevdikleri deyimle ceddi filan değildir. Bir halkın atasının, başına bir şekilde çöreklenmiş bir hanedan olduğunu iddia etmek, politik olarak da tarihsel olarak da, bilimsel olarak da tevili mümkün olmayan bir zırvadır. Bunun tevili olmadığı gibi, tartışılacak bir yönü de yoktur.

Sakarya Savaşı’nda Anadolu son nefesini harcarken bilmem kaçıncı karısıyla düğün yapan adamdan ulusal mücadele kahramanı çıkartmaya kalkışmak da hem zırva hem nafiledir. Tevili de, izahı da olmaz. En fazla mizahı olur. 

Oysa şimdi gülmeyi bırakıp işe koyulmanın, içeride ve dışarıda zırvada zirve yapanları ait oldukları yere göndermenin ve Cumhuriyeti sosyalist, laik ve anti-emperyalist temeller üzerinde yeniden kurmanın zamanıdır.