Erdoğan’ın Kıbrıs ziyaretiyle ilgili manşetlere özetle bakmak çok şeyi anlatmaya yetiyor. Bir yanda siyasi ilke ve tavır örneği, diğer yanda Türkiye siyasetinin yansımaları…

Umut sözleri, oyunlar, karşıtlıklar ve gerçek…

1976’nın 20 Temmuzunda gidip bir yılı aşkın süre asteğmen olarak görev yaptığım Kıbrıs’ın kuzeyi Kıbrıs halkının, nüfus politikası için Türkiye’den göç ettirilenlerin, Türkiye’den giden askerlerin buluşturulmaya çalışıldığı bir karma topluluk idi; bu karmayı toplumlaştırma politikası uzun yıllar devam ettirildi. Bu politika çok yönlü olarak ayrıca incelenmeye değer.

O dönemde Kıbrıs halkının siyasi gelişmişlik düzeyinin Türkiye’den hayli yüksek olduğu açıktı ve beni etkilemişti. Yıllardır Türkiye’den yapılan müdahalelere karşın bu siyasi olgunluğun geçerliliğini 2021’de görmek de şaşırtıcı değil.

Erdoğan’ın Kıbrıs ziyaretiyle ilgili manşetlere özetle bakmak çok şeyi anlatmaya yetiyor. Bir yanda siyasi ilke ve tavır örneği, diğer yanda Türkiye siyasetinin yansımaları…

50 sandalyeli Kuzey Kıbrıs parlamentosunda muhalefetteki Cumhuriyetçi Türk Partisi ile Toplumcu Demokrasi Partisi’nin, Erdoğan'ın konuşma yapacağı oturuma katılmama kararı ve gerekçesi 1976’dan bu yana siyasi gelişmişliğin geriletilemediğini gösteriyor.

Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın boykot kararını "ihanet" olarak değerlendirerek, "bu kararı alanlar Rum tarafı ile işbirliği içerisindeler" iddiası da Türkiye’de siyasi iktidar karşıtlarının terör örgütü üyeliğiyle, eleştirenlerin cumhurbaşkanına hakaretle suçlanmasına benziyor.

Türkiye siyasetinin yansımalarını başka örneklerde de görebiliyoruz. AKP’li başkanın ziyareti öncesinde Kapalı Maraş’taki Helen Ortaokulu'nun Yunanca ismi kaldırılmış; Kuzey Kıbrıs parlamentosunda açıklanacağı duyurulan 'müjde' saray inşaatı çıkmış.

Yazarımız Engin Solakoğlu pazartesi yazısında dolaysız, dümdüz söylüyor: “Kıbrıs Türkleri’ni 'dünyayla kucaklaştırma' düsturuyla Annan Planı sürecini yönlendiren siyasi İslamcılığın bugün geldiği aşama aynı halkı ‘Mevlâya kavuşturma’ olarak tarife çok daha müsait” (https://haber.sol.org.tr/yazar/temmuzda-bayram-bayramda-mujde-309565).

Siyasi umut sözlerinin ucu ranta, kâra dayanıyorsa, sermayenin çıkarı söz konusuysa gerçekleşme olanağı artabiliyor; birçoğu da içi boş propaganda, kandırma aracı olabiliyor. Yıllar önce, yanılmıyorsam 1990’ların son çeyreğinde Siverekliler, gelen giden politikacının Siverek’i il yapma sözlerini duyup il olamayınca sayıları onu geçen siyasetçi hakkında dava açmışlardı. Davadan, politik vaatlerin hukuksal sorumluluk alanına girmeyeceği gibi bir gerekçeyle, sonuç alamadılar. Haber atlaması yapmadıysam, ülkelerini şikayet etmiş olmamak için de İnsan Hakları Avrupa Mahkemesine gitmediler.

Siyaset, sömürü uğruna bataklığa çevrilip içinde debelenmeye başlanınca, bataklık değiştirmekle düze çıkmış olunmuyor. Bataklıklar yağ lekesi gibi büyüyüp dağılıyor. Siyasi partilerin parçalanarak yeni siyasi partiler kurulması, düzen içinde ittifak ve transfer pazarlıklarına girilmesi, HDP örneğinde olduğu gibi kapatma davası açılan bir siyasi partiyi parçalamaya, paylaşmaya ya da oylarını devşirmeye girişilmesi emekçi halk yönünden, ezilenler ve sömürülenler yönünden umut değil. Tıpkı kapitalizmin kötüsünü, mafyalısını, tarikatlısını dile getirerek iyisini istemenin umut olmadığı gibi.

Aynı düzenin içinde seçimin de emekçi halk yönünden umut olmaktan uzak mı uzak olduğu, küçük canlanmalara bile dayanılamayıp müdahale edildiği ortada. Hep vurguluyoruz, “seçim” diyenlerin ne adaletsiz seçim sistemini ne de siyasi iktidarın seçim oyunlarını yok etme üzerine hedefleri var. Emekçi halk için politika üretmeden “bize oy verin” diyerek, genel oyu gasp ederek oyalayıp duruyorlar.

Artık tanımlanması bile zor düzen siyaseti içinde emekçi halk adına eşitsizlik ve adaletsizliğin, işsizliğin, yoksulluğun, yağmanın, sömürünün ortadan kaldırılması için program üretmeden, eylem yapmadan, kapitalist düzeni kabul ederek güçlü parlamento istemek de halkı kandırmanın bir başka yolu. Kapitalizmin parlamentolu yönetimiyle başkanlı yönetimi arasında gidip gelmelerle emekçileri oyalama sınıf uzlaştırmacılığı olur ancak.

Düzene dokunmadan Anayasa değişikliği istemek, düzene dokunmadan yeni bir anayasanın nasıl yapılabileceğine ilişkin öngörülerde bulunmak da düzenin dişlileri arasından kurtarmıyor. Düzen siyasetinin kaotik ve baskıcı ortamı emekçi halkın dernek, sendika, meslek kuruluşu ya da yerel hareketler gibi örgütlenmelerini de baskı altında tuttuğu için; öte yandan kurucu meclis seçimleri de mevcut seçim sistemine ve seçmen kütüğüne dayanarak yapılacağı için bu koşullarda emekçi halk ağırlıklı bir kurucu meclis öngörüsü ne kadar yerinde olsa da egemen sınıfının etkisinden kurtulamayacaktır.

Anayasa değişikliği konusu her ne kadar Kıbrıs’a saray yapma düşüncesinden daha kapsamlı ve içerikliyse de, sonuçta ortaya çıkarılacak olan düzen içinin hukuku ve kılıfı olacaktır. Kaldı ki Kıbrıs’a saray Kıbrıs’ın başkanlı rejimini işaret eder, girişte sözünü ettiğim karma içine Türkiye’deki göç insanlarının seçim hesaplarıyla dördüncü olarak eklenmesi bile şaşırtıcı olmaz.

Buralardan emekçi halk yönünden olumluluk beklenmez.

Seçim ve demokrasi oyunlarıyla, mafya içindeki çatlaklarla, tarikat kapışmalarıyla, hukuk kılıflarıyla, iktidar çatırdıyor diye aynı düzeni sürdürecek yedek siyasi güçlerle kandırılamaz emekçiler. Milliyetçi ve dinsel duygularla, saraylarla, uçan taksilerle, uzay düşleriyle de kandırılamaz.

Uzlaşmaz karşıtlıkların sınıflı toplumun uzlaştırma çabaları içinde erimesine izin verilemez.

“Aya gidilecek daha da ötelere, teleskopların bile göremediği yere. Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak, korkmayacak kimse kimseden, emretmeyecek kimse kimseye, yermeyecek kimse kimseyi, umudunu çalmayacak kimse kimsenin?”

Diye soruyor Nâzım Hikmet ve ustaca yanıtını veriyor:

“İşte ben komünistim bu soruya karşılık verdiğim için”.