Kıbrıs Türkleri’ni 'dünyayla kucaklaştırma' düsturuyla Annan Planı sürecini yönlendiren siyasi İslamcılığın bugün geldiği aşama aynı halkı “Mevlâya kavuşturma” olarak tarife çok daha müsait.

Temmuz’da Bayram, Bayram’da 'müjde'

İsmini bir Mezopotamya tanrısından alıyor Temmuz. Temmuz zor bir ay. Bir yandan olanağı olanlar için tatil ayı, toprakla uğraşan için yoğun çalışma dönemi ve en azından bizim yarıkürede yaşayanlar için güneşin altında ter dökme ayı. Bizim oranın domatesinin hasat ayı örneğin. Tarımda birçok işlemin makineleştiği bir dönemde bile elle toplanıyor domates.

Yakın siyasi tarih bakımından da çetin bir ay. Birçok olay yaşanmış Temmuz ayında. Siyasi islâmın iki fraksiyonunun çatıştığı 15 Temmuz mesela. O gün ve izleyen süreçte tanık olduğum ve aktarmak istediğim bir çok şey var. Yazılacak bir gün elbette ama bu yazının konusu değil.

15 Temmuz Kıbrıs için de önemli. Kıbrıs’ın yakın tarihinde 15 Temmuz 1974 Yunanistan’daki Albaylar Cuntasının ittirdiği Nikos Samson öncülüğünde EOKA-B Örgütü tarafından yapılan faşist darbenin yaşandığı gün. Kimi kaynaklarda Samson’un özgeçmişinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eski Cumhurbaşkanı” yazıyor. Sekiz günlük saltanatı var Samson’un.  1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin cellâtları arasında seçkin bir yer edinmeye yeten sekiz gün. Samson’un cellâtlığı zaten müseccel eski deyimle. 1963 Kanlı Noeli’nde Küçük Kaymaklı’da öldürdüğü Kıbrıslı Türkler’e, 1974’teki darbe sürecinde katlettiği ilerici, solcu Kıbrıslı Rumlar da eklenmiş. 

Samson liderliğindeki darbenin ardından gelen önemli tarih ise 20 Temmuz 1974. Türkiye’nin adaya garantör sıfatıyla ve dolayısıyla “Anayasal düzenin yeniden tesisi” için yaptığı askeri müdahale. Hangi “Anayasal düzen”? Tamam, onu karıştırmayalım şimdi.

20 Temmuz 1974 Kıbrıslı Türkler için elbette önemli bir tarih. Kıbrıs Türk Halkının en kötümser tahminle bile en az %90’ı için yeni ve umutlu bir başlangıç: “Girne’den yol bağladık Anadolu’ya”. Güzel. Öyle ya, yolun medeniyet olduğunu öğretmişlerdi bize okulda. İslamcı neoliberal düzen sayesinde fark ettik ki, yol aynı zamanda yağma ve talan anlamına da gelebiliyormuş. Konuyu dağıtmayalım.

Elimizi aklımıza ve vicdanımıza koyduğumuzda 20 Temmuz 1974 olmasaydı, yani Türkiye askeri müdahalede bulunmayıp Ada’nın tamamını Yunan Albaylar Cuntası’nın insafına terk etseydi Kıbrıs Türkleri’nin bugün daha iyi bir durumda olacağını savunabilmenin mümkün olmadığını düşünenlerdenim. Samson gibi faşist çete liderlerinin toplu bir katliamdan kaçınacakları gibi bana göre gerçekçilikten uzak bir beklentiye inanmayı dahi seçseniz 19 Temmuz’un 21 Temmuz’a atladığı bir senaryoda Kıbrıs’ta ilgilenmek zorunda kalacağımız sorunlar bugün Batı Trakya’da yaşananlardan farklı olmazdı. Şunu unutmayalım ki, Batı Avrupa veya Kuzey Amerika başkentlerinde post kapabilmek için Cumhuriyetin kuruluşunu bile “doğumdan gelen günah” olarak tanımlayan liberal döküntülerin ileri sürdüklerinin aksine bugün içinde yaşadığımız ülkeyi cehenneme çeviren şovenizm, milliyetçilik ve ırkçılık bulunduğumuz bölgede salt bize özgü hastalıklar değil. Kapitalizmin öz kardeşi faşizm ile dayatmacı, ayrıştırıcı bir dinsel kurumsallaşma Güney Kıbrıs’ta da Yunanistan’da da ziyadesiyle mevcut.

Öyleyse 20 Temmuz 1974 kendi başına yas tutulacak bir tarih değil. Bununla birlikte sonradan yaşananlar ve özellikle de bugün gelinen noktada övünülecek ve sevinilecek bir husus bulmakta zorlanıyoruz. Açalım: Kıbrıs Türk varlığını koruma gerekçesiyle yaptığımız müdahalenin bugün karşımızda ayan beyan duran sonucu Ada’daki Kıbrıs Türklerinin kimliklerinin, kişiliklerinin ve nihai olarak da varlıklarının ortadan kaldırılmasından başka bir şey değil. Bu utanç verici durumun günahı salt akepe’ye de ait değil. Yıllara göre değişen oranlarda beceriksizlik, ufuksuzluk ve kötü niyetle örülmüş uzun ince bir yolun ulaştığı durak bu. Yine de itiraf edelim ki, 2000’li yılların başında Kıbrıs Türkleri’ni “dünyayla kucaklaştırma” düsturuyla Annan Planı sürecini yönlendiren siyasi İslamcılığın bugün geldiği aşama ise aynı halkı “Mevlâya kavuşturma” olarak tarife çok daha müsait. Kendi ülkesini kupon arsa, vatandaşlarını kul görerek yöneten bir rejimin Kıbrıs Adası’nın kuzeyine başka türlü yaklaşmasını beklemek gerçekçi olmazdı zaten.  

Tarihe meraklı olanlar bilir; Büyük Britanya emperyalizminin bir “Vice-Roy”u vardı bir zamanlar ve imparatorluğun en büyük sömürgesini, Hindistan’ı yönetmekle görevliydi. Emperyalizmin çıraklığından kalfalığına terfi için yoğun çaba gösteren bu rejimin de bir “Vice-Roy”u var artık sanki KKTC’yi Türkiye adına idareyle görevli. Bu yapılanmanın nihaî amacının, aksi uluslararası planda çok şiddetli bir karşılığa yol açabileceği için, yumuşak olarak tanımladığım bir ilhak sürecini sonuçlandırmak olduğuna dair işaretler bulunduğu kanısındayım. “Efendim AB bizi mahveder, ABD battal eder” diye düşünenleri artık alışmış olmaları gereken derin bir düş kırıklığının beklediğini anımsatalım. Adı konulmamış bir ilhakın, daha açık bir deyişle Kuzey Kıbrıs’ın bütün idaresinin Beştepe’de oturacak ama sık sık Ada’yı ziyaret edecek bir “Vice-Roy” tarafından yürütülmesinin, Kıbrıslı Türkleri’ne 70 yıla yakın bir sürede oluşturduğu özyönetim mekanizmalarının tümüyle tasfiye edilmesinin hiçbir kayda değer yaptırımı olmayacaktır. AB ve ABD’nin akepe’den çok daha geniş bir ölçeği kapsayan talepleri yerine geldikçe böyle bir konuda ciddi bir tepki göstermeleri beklenemez.

20 Temmuz 47 yıldır kutlanıyor Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde. Kıbrıs’ın kuzeyi veya Kuzey Kıbrıs mı deseydik yoksa. Bir “dünya lideri” öyle söylemiş ya. Geçit törenleri yapılıyor. ABD tankları selamlanıyor. Kimi senelerde montajı yerli ve millî F-16’lar uçuş yapıyor. Rum Yönetimi BM nezdinde protesto ediyor filan. Törenlere Türkiye’den mutlaka “mühim” birileri geliyor. Bir “şükran” edebiyatıdır gidiyor günlerce. Türkiye’den gelen bu “mühim” adamlar ve ona eşlik eden kalabalık gruplar yedirilip içiriliyor.

Törenlerin en önemli yönlerinden biri Türkiye’den gelecek “mühim” şahsın yapacağı konuşmada vereceği mesajlar. Kıbrıs sorununun uluslararası sorunlar borsasında kazandığı veya yitirdiği öneme koşut olarak belirleniyor bu konuşma veya konuşmaların içeriği. Bunu iyi biliyorum çünkü birçok 20 Temmuz konuşması yazdım kariyerim sırasında. 20 Temmuz konuşmasının standart bir bileşimi vardı eskiden. Özetleyecek olursak, “şanlı geçmiş”e atıf, sağlanan “yardım” ve “yatırımların” sıralanması, gelecekte yapılacaklara ilişkin vaatlerin sayılması, müzakere sürecine ilişkin olarak uluslararası topluma ve Kıbrıs Türk halkına yönelik mesajlar verilmesi ve son olarak Türkiye’nin “kararlığının” yinelenmesi. 

“Yeni Türkiye” diye nitelenen garipliğin bu çizgiyi ne kadar sadakatle izlediğini bilmediğimi itiraf etmeliyim zira uzun yıllardır ne aklım ne yüreğim kaldırıyor söylenenleri dinlemeyi veya okumayı.

Günümüze geri dönersek; belki de benim gibi “bozguncular”ın da dikkatini çekmek için önceden açıklandı bu yıl KKTC ziyaretinde bir “müjde” verileceği. Şimdi tahminler yürütülüyor bunun ne olacağı hakkında. Akepe genel başkanı KKTC Cumhuriyet Meclisi’nde duyuracakmış bu “müjde”yi. Oysa bana göre esas müjde ziyaret öncesinde geldi. Kıbrıs Türk toplumunun iki önemli siyasi partisi bu konuşmanın yapılacağı oturumu boykot kararı aldılar. Özellikle de Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin “idare-i maslahat”ın karşılarındaki zihniyetle mücadele için yeterli olamayacağını anlaması umut verici Ada için. Kimliğini, kişiliğini, insanlık onurunu korumanın tek yolunun direnmek olduğunu anımsamaları çok olumlu bir gelişme.

“Müjde”nin içeriğinin ne olacağı konusunda rivayet muhtelif. Ben her ne kadar bunun KKTC’ye elektrik hattı çekilmesi gibi somut ve müteahhit zenginleştirici bir proje olduğunu düşünsem de aklına fikrine saygı duyduğum Kıbrıslı Türkler “müjde”nin kapalı Maraş’ın imara açılmasıyla ilgili olabileceği üzerinde hemfikir. Böyle bir adımın uluslararası maliyeti olabilir ama elbette “imar” dediğimiz de müteahhitleri eni konu mutlu edecek bir alan. Kimilerine göre ise “müjde” bununla sınırlı kalmayacak ve asrın liderinin tam telaffuzunda zorlanmak konusunda yalnız olmadığını bildiğimiz, daha açık bir deyişle, kendilerine muhalif diyen ulusalcı çevrelerin bile Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti diye açmakta beis görmediği KKTC ismi de değiştirilerek “Kıbrıs Türk Devleti” yapılacak. Bunun gerekçesi de KKTC’nin İslam Konferansı Teşkilatı’nda, gözlemci sıfatıyla, bu isim altında temsil edilmesinin yanında, müteveffa Annan Planı’nda da bu terimin kullanılması. Bu üstün siyasi akla göre isim bu şekilde değişince birçok ülke KKTC’yi, özür dilerim Kıbrıs Türk Devleti’ni bir an önce tanımak için kuyruğa girecek ve Ada’da iki devletli çözüm gerçekleşecek.

Türkiye’de Kıbrıs meselesini hakkıyla izleyen kişi sayısı iki haneli rakamları güçlükle aşabildiği için bu akıl yürütmeyi sindirebilenler ve makul bulanlar çıkacaktır. Unutmayalım ki bu ülkede koca koca profesörler geçen yıl Dağlık Karabağ savaşı sırasında Rusya’nın KKTC’yi tanımasının an meselesi olduğunu yazıp çizdikten sonra insan içine çıkma cesareti gösterebildiler. Rezil olmanın ve utanmanın tedavülden çoktan kaldırıldığı bir ortamda her türlü saçmalığı görüş diye savunmak da mümkün doğal olarak.

20 Temmuz’lar neredeyse istisnasız her yıl çok sıcak olur Kıbrıs’ta. Boğaz şehitliğinde sabahın sekizinde bile nemden boğulacak gibi olursunuz. Kapitalizmin kâr hırsının ürünü olan iklim düzensizliğinin dünyayı hızla cehenneme çevireceğini artık veri olarak kabul etmek gerektiğine göre Kıbrıs’ta Temmuzların serin ve ılık geçeceği bir geleceği düşlemenin gerçekçi olmayacağı açık. 

Buna karşılık Türkiye’de, Yunanistan’da ve elbette Kıbrıs’ta emekçi ve kardeş halkların dayanışma içinde rahat soluk alabilecekleri bir toplumsal düzen kurmak için örgütlenmek ve direnmek  öncelikli ve mümkün.