Hemen hemen bütün sektörleriyle ileri düzeylerde dışa bağımlı duruma gelmiş Türkiye kapitalizmi, neredeyse en basit ürünleri bile üretebilme güvencesini yitirmek üzere olduğu bir döneme girmiştir.

Tehlike çanları

Kim ya da ne için çalıyor olabilir bu çanlar? Değişik zamanlarda birçok kişi, kurum, topluluk ve benzerleri için tehlike habercisi olarak çanlar çalabilir. Deyimin anlamı bu. Benim sözünü edeceğimse, Türkiye kapitalizmi; onun için çalan çanlar.

Oysa, bir açıdan bakılırsa, Türkiye’deki kapitalist sınıf için işler hiç de kötü gidiyor sayılmaz. Öncesini bir yana bırakalım, şu son yirmi yılda işleri hep tıkırında gitmiştir. Timur Selçuk dostumuzun bu sözcüğü kullanır kullanmaz aklımıza gelen şarkısında dediği gibi, onlar için hep “ekonomi tıkırında” olmuştur.

Öyleyse, nereden çıkıyor bu tehlike çanları sözü? Birtakım çan sesleri duyuluyorsa eğer, bunlar düğün dernek kutlamalardan, oralarda bir yandan küplerini doldururken bir yandan zil takıp oynayanlardan geliyor olmasın! 

Doğrudur, seslerin bir bölümü, hatta asıl baskın olanları, küpler dolarken ihmal edilmeyen şamatalı eğlencelerden geliyor olabilir. Ama işin bir de şu yanı var: Küplerin doldurulmasında dur durak yoktur, olmamalıdır. Olursa, işin tadı kaçar; tadı kaçmakla kalsa iyi, tatsız tuzsuz da idare edilebilir belki, ama daha kötüsü sıradadır: Hiç eksik edilmeden doldurulmaya hazır tutulan boş küpler ya büsbütün boş kalır ya da yarım yamalak dolabilir; çünkü onları doldurmak için didinip duranlara bir haller olabilir, yeter sözcüğünü ve türevlerini çeşitli biçimlerde dillendirip başlarını kaldırabilirler, bir; bir de, yoktan var etmek mümkün olmayacağına göre, onların çalışıp yaratmaları için gerekli olan şeylerin çoğu ya da önemli bir bölümü sağlanamaz olur. 

Gittikçe pek soyut ve masalımsı bir havaya bürünen satırlar yazmayı bırakıp devam edebiliriz.

Hemen hemen bütün sektörleriyle ileri düzeylerde dışa bağımlı duruma gelmiş Türkiye kapitalizmi, neredeyse en basit ürünleri bile üretebilme güvencesini yitirmek üzere olduğu bir döneme girmiştir. Toplumsal üretimi sürdürmek bir yana, yerleşikleriyle sığınmışlarıyla çok büyümüş nüfusunun barınma, ısınma, aydınlanma, bir yerden bir yere ulaşma, hatta aç kalmama gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanacağı günlerden uzakta değildir. Buna o nüfusun büyük çoğunluğunun olağanüstü denebilecek ölçülerdeki bir yoksullaşma sürecini yaşamakta olduğunu eklemek gerekir. Var olan durum, önemli bir bölümünün güvenilirliği son derece tartışmalı bir yığın sayısal veri yerine sözcüklerle anlatılmaya girişildiğinde, şu son birkaç cümledeki inanılması çok güç görünen tablo ortaya çıkıyor. 

Türkiye’nin özelliklerini taşıyan bir kapitalist ülke için, çok kısa ya da kısa dönemde, bu tablonun dışına çıkmak nesnel olarak mümkün görünmüyor. Bu boğucu nesnelliği aşmaya yeltenecek bir öznellik, başka bir deyişle, böyle bir niyeti ve gücü göstermeye aday siyaset ve yönetim kadroları ise, aynı imkânsızlığın doğal sayılması gereken bir sonucu olarak, ortada yoklar. Var olanlar, ya ne cesaretle ileri sürüldüğüne akıl erdirmenin kolay olmadığı yalanlarla boş hayaller sunabiliyorlar ya da hem ittifak halinde olduklarının hem de tümünü birden kuşatan kurulu düzenin sınırlarının bir adım bile dışına çıkamayan vaatler… Hepsi o kadar. 

Örnek olsun, bugünkü iktidarın önümüzdeki birkaç yılda yapılmak üzere devletin resmi belgelerine aldığı birtakım iş ve işlemler var. Önce, Kadir Sev’in iki gün önce burada verdiği bilgilerden yararlanarak bunlardan bazılarına değinelim, sonra da basit bir soru gelecek.

Devlet demiryollarının hâlâ kamunun elindeki bazı bölümleri de özelleştirmeye hazırlanacakmış. Elektrik Üretim A.Ş. satılacakmış. Maden sektöründe karmaşık ve uzun izin süreçleri varmış, bunlar basitleştirilerek özel sektöre daha çok alan açılacakmış. Yatırımların özendirilmesi için sermayeye bedelsiz olarak milyonlarca metre kare toprak bağışlanacakmış. 

Bu kadar değil. Biraz da “manevi işlerle” ilgili olanlarına bakalım: Nitelikli din hizmeti verilmesi için daha çok kaynak ayrılacakmış. Milli ve manevi değerlerimizi güçlendirerek sağlıklı nesillerin devamı sağlanacakmış.

Bunlar bugünün iktidarının gerçekleştirilmek üzere resmi belgelerde yer verdiği işler. Peki, şimdi soralım: Aylardır masalara oturup memleketi nasıl kurtaracaklarının ince ince hesaplarını yapan, bunu yaparken çatlatmadık sabır taşı bırakmayan muhalefet, diyelim üç beş ay sonra suyun başına geçtiğinde, bu söylenenlere itiraz eder de onları devletin resmi belgelerinden çıkarıp atar mı? Bu soruya evet yanıtı verebilmek için gereken safdillik ve çaresizliğin büyüklüğü nasıl ölçülebilir?  

Öte yandan, iktidarda ya da muhalefetteki günümüz siyasetçileriyle yönetim kadrolarının, sadece büyük emekçi kalabalıklara değil, kapitalist sınıfın tehlike çanlarını az çok duyan irili ufaklı hemen hemen bütün kesimlerine de onların kaygılarını giderici çözümler sunabildiklerini söylemek güç. Bunun kapitalist düzen açısından yeterince iç karartıcı bir durum olduğu açıktır.

Bütün bu yazılanlar, gerçeklikle eksiksiz değil belli bir ölçüde olsun uyum içindeyse eğer, bir nesnelliğe doğru yaklaştığımız düşünülebilir. Buna devrimci objektivite demekte çok fazla sakınca yok. Ancak, devrimci durum öğretisinden bildiğimiz nesnel koşulların varlığına ilişkin göstergelerin henüz ortaya çıkmadığını kabul etmek gerekiyor. Yukarı sınıfların yönetememeleri bakımından da aşağı sınıfların şimdiye kadar olduğu gibi yaşamak istememelerini ortaya koymaları açısından da yeterli göstergelerin yakın gelecekte açıkça görünür olabilecekleri sezilmekle birlikte, hâlâ olağan zamanlardakinden farklı hareketlilikler kendini göstermiş değil.

O öğretinin olmazsa olmaz parçasını oluşturan öznel koşulun varlığı ise, bazı nesnel etkenlerle de ilgili olmakla birlikte, esas olarak devrimcilerin örgütlenmiş iradelerine bağlıdır. Öznel nitelemesini haklı kılan da budur zaten.

Not: ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’nün 1967 sonbaharında Sinan Cemgil’in başkanlığında oluşturulan Yönetim Kurulundan arkadaşım Aydınel Altıntaş öldü. Yaşayanlar eksilse de o günlerin devrimci ruhu hep ayakta kalacak.