İslamcıların ve emperyalizmin işbirlikçilerinin 'yurtta sulh cihanda sulh' ilkesini hiçbir zaman sevmedikleri doğrudur. Ama bu sloganı reddettiren sermaye sınıfıdır.

Tayyip tuzağına düşmemek

Geçen haftaya damga vuran Gare harekâtı ve benzerlerine artık “sınır ötesi operasyon” denmiyor. Her bir harekâta hamasi başka bir isim konması, içinde yaşadığımız duşakabinoğulları döneminin bir tezahürü. Ama bundan daha önemlisi, AKP Türkiye’sinde devletin ilan edilmiş, resmi sınırları iktidar için bir kısıt oluşturmuyor. Hukuk yok. Yürürlükteki kural, “gücü gücü yetene.”

Bu gidişata muhalefet “böyle bir şey olabilir mi” tepkisi bile göstermedi bugüne kadar. Tersine destek oldu. Önlerine çıkan derede ıslanmaktan başka çare göremediler. Yurtdışına yollanan Mehmetçik’in moralini bozamazlardı; ulusal çıkar denince kol kesilir yen içinde kalırdı; üstelik Türk ordusu ezelden beri “Allah Allah” diye savaşır, bir nevi gaza icra ederdi… 

Bu mazeretlerin Gare’de sökmemesi, belki de ilk kez muhalefetin Tayyip tuzağını atlatmayı becermesi iyi bir şey. Aman böyle devam etsinler! Ama biz “Türkiye yurtdışında ne arıyor” sorusunu doğru dürüst yanıtlamadan tutarlı bir politik çizginin sürdürülemeyeceğini unutmayalım.

Tabii HDP’yi ayırmayı da unutmayalım… Söz konusu sınır ötesi operasyonların büyük bölümü Kürt hareketine karşı hayata geçirildiği ve HDP’nin önemli bir misyonu da bu başlıkta toplumsal bir direnç yaratmak olduğu için bu ayrım gayet belirgindir. Barış konusunda Kürt siyasetinin ne denli tutarlı olabildiği başka bir tartışmanın konusu. Orada akla Kürt ulusal çıkarları uğruna Irak ve Suriye’de açığa çıkan emperyalist ve militarist konumlanışlar gelmek durumunda. Neyse bunlar ayrı…

Eski Türkiye’nin sınır ötesi girişimleri sınırlıydı. Tipik olan Kore ile Kıbrıs’takilerdir. Kore çok pahalı bir NATO’ya giriş vize başvurusuydu. Menderes-Bayar iktidarı bu bedeli göze alırken bir yandan emperyalist-kapitalist dünyada Türkiye’nin tercihlerine ilişkin tereddüt kırıntısı kalmamasını gözetmiş, öte yandan da komünist solun verili gücünün, krizle, yoksullukla, savaş tehdidiyle örselenmiş toplumu, savaşa karşı ayağa kaldırmaya yetmeyeceğini hesaplamışlardır.

Kıbrıs harekâtının toplumda kabul görmesindeyse karar vericinin CHP-MSP hükümeti olmasının belirleyici yeri vardı. “Solcu Ecevit”, o dönem bayağı ayağa kalkmış haldeki halk kitlelerinin mücadelesinin barış başlığını da kapsamasını önlemenin anahtarıydı. Gerçekten de sosyalist-komünist sol açısından 1970’lerde bir “Ecevit tuzağı” iş görmüştür. Koalisyonun diğer kanadı ise geleneksel dinci-milliyetçi damarı kabartıyor, aynı anda hem “milli mutabakat” hem de “ulusal uzlaşı” elde ediliyordu. Oysa o sıra emperyalist hegemonyanın dışına kaçmaya uğraşan Kıbrıs’ın iki NATO üyesi arasında pay edilmesi sağlanıyor, böylece kesin dönemeç alınmış oluyordu. 

1980-2000 arası bir geçiş dönemi sayılabilir. Bu dönemde “teröre karşı sınır ötesi harekât” sıradanlaşırken Türkiye sosyalist ülkelerin dağılmasıyla doğan olanaklara oynamış, askeri olarak özellikle Balkanlara burnunu sokmaya çalışmıştır. Ancak ön planda olan Türkiye’deki emperyalist üsler, anahtarı Washington’da tutulan silah depolarıydı. Yani Türkiye esas olarak “mağdurdu.”

Sonrasında, emperyalizmin Afganistan misyonuna katılmak türünden egzersizler AKP tarafından başka bir düzeye taşındı ve bir sürü ülkede asker bulundurmak, yabancı ordulara yönelik eğitimler, silah sanayiindeki ilerlemeler, ticaret gemilerine eskortluk, savaş kışkırtıcılığı ve doğrudan çatışmalara bulaşmak “yeni Türkiye’yi” karakterize eder hale geldi. Mağdur yerini yayılmacıya bırakıyordu.

Bu dönüşümün bütününü göz önüne almadan, muhalefetin sorununun AKP’nin dinci-milliyetçi söyleminden kopmaya “cesaret edememesi” olduğunu düşünmek eksiktir. Tayyip tuzağı bu kadar basit değildir. 

Kırk yıllık sürece imza atan sermaye sınıfının ta kendisidir. Devlet tekelleri özelleştirilerek burjuvaziye büyük bir kaynak aktarılmadan, sermayenin uluslararası hareketini kolaylaştıran uluslararası ve ulusal düzenlemeler yapılmadan, yurtdışına işçi yollayan Türkiye’den savaşın yıktığı komşu coğrafyaları inşaat şirketi gönderen Türkiye’ye geçiş yapmadan, “savunma sanayii” özel girişime açılmadan Atatürk’ün sloganı silinemezdi.

İslamcıların ve emperyalizmin işbirlikçilerinin “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini hiçbir zaman sevmedikleri doğrudur. Ama bu sloganı reddettiren sermaye sınıfıdır. Muhalefetin içine düştüğü tuzak, sanılandan çok daha derin. Yurtdışındaki askeri varlığı sorgulamak ve savaş kışkırtıcılığının karşısında dik durmak ile kapitalizme karşı çıkmak arasındaki mesafe son derece kısadır. 

Peki ya şimdi? Ya Gare? 

Eğer düzen muhalefeti Gare’de tuzağın etrafından dolanmayı akıl etmişse, bu en sonunda doğruyu bulduğundan olmayabilir. Muhtemelen malum sınıfa ait bir “sınıf aklı” muhalefete cesaret vermekte, “korkma yürü buradan, ben alınmam merak etme” demektedir.