“100 yıllık CHP zihniyetinin mağdur ettiği muhafazakârlar/İslamcılar” söylemi muhafazakârlar/İslamcılar ve elbette ki liberallerin tarih okumasının bir ürünü ve bütünüyle uydurma.

Şu 'helalleşme' meselesi

Helalleşme CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun tesadüfen seçtiği bir sözcük değil. Tıpkı hemen her cümleye “Allah’ın izniyle” diye başlaması gibi, tıpkı sıkça kullandığı “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadisi gibi, tıpkı devlet hazinesinden İslami bir terim olan “beytülmal” şeklinde söz etmesi gibi, tıpkı “israf haramdır” demesi gibi.

Kılıçdaroğlu’nun söyleminin içerisine bu dinselliğin yerleşmiş olması tesadüf de nedensiz de değil elbette, Kılıçdaroğlu CHP’sinin iktidar stratejisinin kaçınılmaz bir sonucu bu.

Peki o strateji ne? Şu: CHP’yi bir merkez sağ parti hüviyetine büründürmek, muhafazakâr/sağ seçmenin oylarına muhafazakâr/sağ bir söylemle talip olmak, özetle “sağı sağla yenmek.”

Üstelik sadece söylemsel düzeyde kalmayan bir strateji bu. CHP’nin oylarını doğrudan artırmasa da, “Millet İttifakı”nın kurulmasını ve MHP’den kopan İYİP’le, AKP’den kopan Gelecek ve Deva’yla, AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş’ün son partisi Saadet’le aynı masaya oturulmasını sağlayan, belediye seçimlerinde kazanılan başarıyı cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerine doğru genişletmeyi ve devleti birlikte yönetmeyi hedefleyen bir akıl var ortada.

Tekrar “helalleşme”ye dönelim. Kavramın dini niteliğinden bahsettik ama mesele sadece bu değil; mesele helalleşmenin öncelikli muhataplarının bu dini kavramın kapsayabileceği düşünülen kesimler, yani muhafazakârlar/İslamcılar olması, yani onlar için devreye sokulmuş olması.

Evet, “helalleşme” adına Cumartesi Anneleri’yle ya da Roboski aileleriyle de görüşüldü ama onlar işin çeşnisiydi sadece. “Sağı sağ ile yenme” stratejisi doğrultusunda esas helalleşilecek olanların, kapsanmak istenenlerin kimler olduğu belli; Kılıçdaroğlu “100 yıllık CHP zihniyetinin mağdur ettiği kesimler”le, yani muhafazakârlarla/İslamcılarla helalleşmek istiyor.

Çok net bir şekilde yazalım: “100 yıllık CHP zihniyetinin mağdur ettiği muhafazakârlar/İslamcılar” söylemi muhafazakârlar/İslamcılar ve elbette ki liberallerin tarih okumasının bir ürünü ve bütünüyle uydurma.

Bu tarih okumasının kaynağında Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini devlet-toplum ya da merkez-çevre ikiliği üzerinden analiz eden bakış açısı var. Bu bakış açısına göre, Türkiye tarihinde İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan, modernleşmeci/Batıcı zihniyetini tepeden topluma dayatan ve dindar halkı mağdur eden kesintisiz/pürüzsüz bir çizgi bulunuyor ve bu çizgi Cumhuriyet’le birlikte devletin asli sahibi haline geldiği için 100 yıldır devletin resmi ideolojisini oluşturuyor. Buna göre CHP’nin ya da başka bir partinin iktidarda olup olmaması önemli değil; iktidarlar değişse de devlette değişmeyen tek bir şey var: CHP zihniyeti.

Peki bu doğru mu? Elbette ki doğru değil. Her şeyden önce ne tek bir İttihatçılık ne de tek bir Kemalizm ve CHP var. Tek parti döneminde dahi CHP içerisinde farklı kliklerin, farklı dünya görüşlerinin mücadelesi mevcut. Örneğin Hasan Ali Yücel’in aydınlanmacılığı, hümanizmi ve Köy Enstitüleri projesiyle, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, Fevzi Çakmak’ın muhafazakârlığı ya da Recep Peker’in milliyetçiliği aynı yere konabilir mi? Mümkün değil.

Aynı şekilde, 1946 öncesinin CHP’si ile sonrasındaki CHP aynı mıdır? Özellikle 2. Dünya Savaşı’na kadar emperyalizme karşı mesafeli bir tutum izleyen, dış politikasında görece özerk ve bağımsız davranan, aydınlanmacı ve laik adımları arka arkaya atan CHP ile Soğuk Savaş’a ateşli bir şekilde girip emperyalizmin kucağına oturan ve gericiliğe alan açan CHP, “CHP zihniyeti” basitliğinde analiz edilebilir mi?

Tüm bunlar bir yana, 1946’da çok partili hayata geçişten ve 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin işbaşına gelmesinden sonra “devletin değişmeyen sahibi” olan bir CHP’den ve değişmeyen bir zihniyet olarak “CHP zihniyeti”den söz edilebilir mi?

Bizzat CHP’nin kendisi Soğuk Savaş’la birlikte liberallerin ve muhafazakarların “CHP zihniyeti” diye kodladığı şeyden, yani 1923 Cumhuriyeti’nin kurucu paradigmasından adım adım uzaklaşmış, bir yandan ülkeyi emperyalizme yeniden entegre ederken diğer yandan da sola karşı Türk sağı ile zımni bir mutabakat yapmıştır. IMF, Dünya Bankası, NATO üyelikleriyle imam-hatiplerin, Kuran kurslarının yeniden açılışının aynı döneme denk gelmesi bir tesadüf olabilir mi?

Elbette devlet aygıtı içerisinde “CHP zihniyeti”ne mensup olanlar, Kemalistler, Atatürkçüler, Cumhuriyetçiler kimi zaman güçlü kimi zaman zayıf bir şekilde varlıklarını devam ettirmişlerdir ama 1950’den, yani Menderes-Bayar ikilisinin işbaşına geçmesinden itibaren CHP’nin “devletin sahipliği” statüsü de değişmiştir, “CHP zihniyeti”nin devlet ideolojisi olması da. 10 yıllık Menderes iktidarı ise 46’da CHP’nin başlattığı süreci derinleştirerek devam ettirmiş, 1923 paradigmasına en büyük darbelerden birini vurmuştur.

Çok partili hayata geçişten sonra tek başına hiçbir zaman iktidar olamamış CHP’nin “devletin asli sahibi” ve onun zihniyetinin “devletin esas ideolojisi” olduğu yönündeki liberal ve muhafazakâr tez bize açıkça yalan söylemektedir.

1950-60 arası DP’nin, 65’ten 80’e kadar DP’nin devamı olan Adalet Partisi’nin ve Demirel’in kimi zaman tek başına kimi zaman koalisyonlarla, 1983’ten 1991’e kadar ANAP ve Özal’ın, 90’lar boyunca sayısız sağ koalisyonun, 2002’den beri AKP’nin yönettiği bir ülke…

Sadece 27 Mayıs’ın restore etmeye çalıştığı ve uzun ömürlü olmayan bir Kemalizm ile birinde dinci Milli Selamet Partisi’yle koalisyon kurarak, diğerinde ise Adalet Partisi’nden yaptığı transferlerle ite kaka iktidar olabilen ve orada da uzun süre kalamayan bir CHP...

Önce 12 Mart’ta sonra 12 Eylül’de solu ezip Türk-İslam sentezini devlet ideolojisi haline getiren, 90’ların hegemonya bunalımından çıkış için 2000’lerin başında AKP’yi TÜSİAD’la birlikte işbaşına getiren bir ordu…

Ve hal böyleyken devletin 100 yıldır asli sahibi olduğu, zihniyetinin devleti kontrol ettiği söylenen CHP ve Kemalizm… Geçiniz.

Bu noktada birileri çıkıp “helalleşme” denilen şeyin gündelik siyasetin bir parçası olduğunu, pragmatik bir nitelik taşıdığını, geçici olarak benimsendiğini vs. iddia edebilir ama hayır, “helalleşme” bu değildir. Helalleşme, AKP-sonrası Türkiye’nin kurucu kavramıdır ve işte tam da bu yüzden reddedilmelidir. Çünkü bu muhalefet için “hem devri sabık yaratmamak” esastır, hem de tahayyülleri “AKP’siz AKP rejimi”nin ötesine geçmemektedir.

Dolayısıyla, ihtiyacımız olan şey “helalleşme” değil hesaplaşmadır. Bu ülkeyi emperyalizme teslim edenlerden, siyaseti tarikatlara, cemaatlere açanlardan, çocukların, gençlerin ömrünü çalanlardan, 6. Filo önünde secde edenlerden, Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı, Roboski’yi yapanlardan, Uğur Mumcu’lardan Musa Anter’lere aydınlarımızı kırıma uğratanlardan, 70 milyar dolarlık kamu varlığını sermayeye satanlardan, bu emek cehennemini yaratanlardan, velhasıl Türkiye’yi içinde debelenip durduğu bu çürümüşlüğün içerisine sürükleyen zihniyetten ve aktörlerden hesap sorulmadıkça buradan gerçek anlamda bir çıkış söz konusu olmayacaktır.

Helalleşme çürümeye devam, hesaplaşma çürümeden çıkış demektir.