'Türkiye halkının ve işçi sınıfının siyasete dâhil olmadığı her tablo sağın farklı renklerinin karanlığını daha da büyütmekten daha da koyultmaktan öte bir sonuç yaratmıyor.'

Solun yokluğunda buraya kadar

Cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda yayınlayacağı bir numaralı cumhurbaşkanlığı kararnamesinin göçmenlerin/sığınmacıların Türkiye’den gönderilmesi olacağını söyleyen Sinan Oğan, TRT’deki propaganda konuşmasında da 14 Mayıs günü yapılacak olan seçimde esas olarak göçmenlerin/sığınmacıların gönderilip gönderilmeyeceğinin oylanacağını söylemişti.

Oğan’a göre Cumhur İttifakı’na oy vermek “muhacir, ensar edebiyatının devam etmesi”, yani göçmenlerin gönderilmemesi anlamına geliyordu. Millet İttifakı ise göçmenlerin gönüllü bir şekilde ülkelerine gönderilmelerini vaat ediyordu. Peki ya kendileri? Kendilerinin vaadi “gerekirse zorla gönderme” idi. Oğan tam olarak buna, göçmenlerin/sığınmacıların zorla gönderilmelerine oynuyor ve buraya oy istiyordu.

Oğan ATA İttifakı’nın adayı olarak seçimlere katıldı. Peki bu ittifak kimlerden oluşuyordu? Zafer Partisi, Adalet Partisi, Doğru Parti ve adlarını duyma ihtimaliniz son derece zayıf olan Ülkem Partisi ve Türkiye İttifakı Partisi ATA İttifakı’nın bileşenleriydi ama aralarında sadece Zafer Partisi’nin bir tabanı ve seçmen kitlesi vardı, diğerleri tabela partisinden öteye geçebilecek durumda değildi.

Ümit Özdağ’ın İYİP’ten ayrıldıktan sonra kurduğu Zafer Partisi bütün bir siyasal stratejisini göçmen/sığınmacı düşmanlığı üzerine inşa etmişti. “Suriyeliler” olarak kodlanan göçmenler/sığınmacılar ekonomik kriz de dâhil ülkedeki bütün meselelerin baş sorumlusu olarak gösteriliyor, ülkeden gönderilmeleri ise bu meselelerin çözümü için ilk adımı teşkil ediyordu.

Özdağ Türkiye’deki yeni yükselen bir siyasi dalganın, “seküler milliyetçilik” olarak adlandırılan ve benim de bu köşede zaman zaman incelediğim dalganın üzerine oturmaya çalışıyordu. Seküler milliyetçilik, tıpkı batıdaki sağ popülist/neo-faşist muadilleri gibi göçmen/sığınmacı düşmanlığı üzerine kuruluydu ve ülkedeki çoklu kriz konjonktürü tarafından besleniyordu.

Özellikle geleceksizlik ve umutsuzluk hissini en yoğun şekilde yaşayan genç kuşaklar arasında destek bulan seküler milliyetçilik, AKP’ye yönelik tepkinin bir ürünüydü ama AKP’nin siyasal İslamcılığını da neoliberal politikalarını da görmekten ve bunlarla laiklik, bağımsızlık, kamuculuk gibi taleplerle mücadele edilmesi gerektiğini fark etmekten hayli uzaktı.

Bu bakış açısından mesele son derece yanlış bir şekilde ve basitçe “Araplaşma” olarak değerlendiriliyor; yeni-Osmanlıcı ve İhvancı dış politikadan da Türkiye sermaye sınıfının ucuz göçmen emeğine duyduğu ihtiyaçtan da söz edilmeksizin iktidarın Türkiye’yi Araplaştırdığı öne sürülüyor ve buna karşı yaratılan infial ve teyakkuz hali üzerinden ırkçılıkla flört halinde yeni bir seküler milliyetçilik inşa ediliyordu.

Muharrem İnce’nin uzunca bir süre Özdağ ile yürüttüğü ittifak görüşmeleri neticesinde İnce ile Özdağ’ın tabanı arasında bir yakınlaşma ortaya çıktı ve İnce’nin tabanının bir bölümü hızla bu akıma dâhil oldu; yola Atatürkçülükle çıkan, sola sempati duyma potansiyeli yüksek gençlerin hiç de azımsanmayacak bir bölümü zamanla merkezinde sığınmacı/göçmen düşmanlığının bulunduğu seküler milliyetçiliğe doğru evrildi ve Oğan’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oyların çoğunluğu da gençlerden geldi.

Yükselen milliyetçilik?

Oğan’ın yüzde beşlik oyu Türkiye’de milliyetçiliğin yükselip yükselmediğine dair tartışmaları yeniden başlattı ama aslında bir dip dalga halindeki seküler milliyetçiliğin yükselişinden başka bir durum söz konusu değildi. MHP’nin oyları bir önceki seçime göre yüzde bir düşmüştü örneğin. Hem MHP’den kitlesel oy koparmak hem de merkez sağ parti olmak iddiasındaki İYİP MHP’yi geçemeyerek 9.75’te kaldı. BBP klasik yüzde 1’lik oyunu aldı ama Mustafa Destici Meclis’e giremedi. Yeni kurulan ve seküler milliyetçiliğin şu anki siyasal temsilcisi diyebileceğimiz Zafer Partisi ise yüzde 2.5 civarında bir oy aldı, cumhurbaşkanı adayları ise yüzde 5’i gördü.

Dolayısıyla ortada kazanılmış büyük bir zafer yoktu ama toplamda bir kazanç söz konusuydu: Milliyetçiliğin büyük partileri MHP ve İYİP oylarını artıramadılar ama ülkücülüğün bu dört fraksiyonunun toplam oyu yüzde 25’ler bandına doğru geldi. Özdağ ve Zafer Partisi ise Meclis’e vekil sokamadı ama Türkiye siyasetindeki yerini sağlamlaştıracak bir oy oranına ulaşmayı başardı. Gösterdikleri aday, yani Oğan, sonrasında ittifakı dağıtarak Erdoğan’ı desteklese de milliyetçiliği seçimlerin kilit ideolojisi olarak sunma ve pazarlık gücünü artırma konusunda başarılı oldu. Bu yazı yazılırken Özdağ da Kılıçdaroğlu ile pazarlıkta el yükseltiyordu ve dolayısıyla Oğan-Özdağ ikilisi seçimin kilit isimleri haline gelmişlerdi.

Ortaya çıkan bu tablo, seçimlerin ikinci tura kalmasıyla birleştiğinde sonuç seçimleri kazanmak için milliyetçilik yapılması gerektiğindeki bir kanaatin kamuoyuna çok hızlı bir şekilde yerleşmesi şeklinde gerçekleşti. Daha 48 saat önce kutuplaştırma siyasetinin AKP’ye yarayacağını ve pozitif bir dil kullanmak gerektiğini söyleyerek kalp işaretli kampanyayı kutsayanlar birden bire aslında negatif ve sert bir kampanya yürütülmesi gerektiğini fark ettiler ve elleri masaya vurmalı, üst perdeden milliyetçilik yapmalı, göçmenleri hemen göndermeli videolar arka arkaya gelmeye ve alkış almaya başladı.

Milliyetçiliğin kitlelerin oy tercihini belirlediği yönündeki varsayım kaçınılmaz olarak sığınmacıların/göçmenlerin hedef tahtasına yerleştirilmesini beraberinde getirdi. Sınır ötesi operasyonlara girişilmediği, PKK’nin eylem yapmadığı, asker cenazelerinin gelmediği, Batı ile herhangi bir kavganın söz konusu olmadığı bir konjonktürde kolektif paranoyayı ve milliyetçi hisleri yükseltecek araç olarak “Suriyeliler” bulundu. Yaşanan çoklu kriz durumunda kitlelerin çoktan günah keçisi haline getirdiği göçmenler ve sığınmacılar, ikinci tur kampanyasının ana malzemesi haline getirildi, öncelikli vaat “Suriyelilerin gönderilmesi” oldu.

Solun yokluğu

Bu noktada, 48 saat içinde bürünülen milliyetçi kimlik ne kadar işe yarar, toplumun ana talebi bu mudur, Kürt seçmen bu yeni imaja nasıl bir karşılık verir sorularının ötesinde mevcut tablonun ortaya çıkışının, yani kavganın milliyetçilik üzerine kurulmasının ve siyasetin buraya sıkışmasının ana nedeni nedir sorusunu sormamız gerekiyor.

Bu soruya çok net bir yanıtımız var: Ülkenin en büyük sorunu yaşanılan bölüşüm şoku, emeğin gelirden aldığı payın giderek düşmesi, enflasyon, hayat pahalılığı ve yoksullaşma iken, bunu merkeze alan bir siyaset izlenmemesinin sonuçlarını yaşıyoruz. Erdoğan 2021’in Aralık ayında Türkiye Ekonomi Modeli’ni ilan ettiğinde yaşanan kur patlaması ve halkın aşırı hızlı bir şekilde yoksullaşması o tarihten itibaren politize edilmedi, bilakis halkın öfkesi soğuruldu, “ekmek ve yoksulluk” temalı büyük mitingler, halk buluşmaları yapılabilirdi ama yapılmadı, bir tane grev çadırı ziyaret edilmedi, işçi sınıfı siyaset sahnesine davet edilmedi, AKP krizin zirve yaptığı 2022’nin ortalarında erken seçime zorlanamadı, yani halkın dâhil edildiği ve “sol popülizm” diyebileceğimiz bir siyasal strateji izlenmedi.

Bu kitleleri siyasal denkleme dâhil etmekten ve radikal bir söylemden uzak durma tavrının aynısı kampanyada da tekrarlandı ve “418 milyar doları geri getirme” vaadi ve “hiçbir çocuk yatağa aç girmeyecek” sloganının ötesine geçen gerçekten dişe dokunur bir söylem ve pratik geliştirilmedi, alt sınıflarla herhangi bir sahici bağ kurulmadı, onlara sahici bir seçenek sunulmadı.

Tüm bunlar ise AKP’nin tabanının çözülmesini engelledi, birtakım ekonomik pansuman hamlelerinin işe yaramasını sağladı, milliyetçilik ve beka üzerine kurulu söylemin daha kolay alıcı bulmasına hizmet etti, sosyalist sola da alan açacak bir toplumsal muhalefet dalgasının yükselişini engelledi.

Yani “onlara yarar” diye yapılmayan her şey onlara yaradı, “oyuna gelmeyelim” diyerek girişilmeyen her şey oyuna gelmek anlamına geldi. Sokaktan, halktan, toplumu gerçek bir kutuplaşmaya götürmekten uzak, düzen içi dahi olsa radikal bir stratejinin izlenmemesinin sonucu bu oldu.

Bugün gelinen noktada sol popülizmin yokluğunun bedelinin sağ popülizme sarılmak, iktidarın güvenlikçi ve beka üzerine kurulunu taklit etmek, milliyetçiliği daha da kaşımak, yani sağ popülizmin yükselişi olduğunu görüyoruz.

Batıda 2008 ekonomik krizi sonrası sağ popülizmin yükselişi üzerine yapılan bütün ciddi incelemeler solun yokluğunda kitlelerin sağ radikalizme daha da meylettiğini ve sağ popülist, neo-faşist akımların giderek siyasetin merkezine yerleşmesine, ana akımların giderek radikal sağın dilini benimsemesine işaret ediyordu.

Şu an Türkiye de benzer bir süreci yaşıyor ve İslamcı bir despotizmden kurtuluş mücadelesi sınıfsal bir eksene yerleşmediği için çare ırkçı-milliyetçiliğin yükselişinde görülüyor. Bu “kimlikçi” yükselişin karşısında ise elimizde sınıf siyaseti dışında başka bir seçenek bulunmuyor. Türkiye halkının ve işçi sınıfının siyasete dâhil olmadığı her tablo sağın farklı renklerinin karanlığını daha da büyütmekten daha da koyultmaktan öte bir sonuç yaratmıyor. Bunu görmek, buna uygun bir şekilde hareket etmek gerekiyor.