Toplantı Seferihisar’a orak çekicin varlığını duyurmaya başladığını gösteriyor. Yakın gelecekte benzer toplantılarla daha da genişleyeceğini düşündüğüm katılım elbette çok uzun olmayan bir vadede meyvelerini verecek. Seferihisar’ın düşünce dünyası sosyalizmin ışığıyla aydınlandığında ve ekilen tohumlar büyüdüğünde bu güzel ilçe olduğundan çok daha çağdaş ve yaşanılası bir hale gelecek.
“Uzaktı dön, yakındı dön, çevreydi dön
yasaktı yasaydı töreydi dön
içinde dışında yanında değilim
içim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
bu nasıl yaşamaydı dön
…
kestim kara saçlarımı N’olacak şimdi
bir şeycik olmadı-deneyin lütfen-
aydınlığım deliyim rüzgarlıyım
günaydın kaysıyı sallayan yele
kurtulan dirilen kişiye günaydın
şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
bir yaşantı ile karşılayanlara
gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum”
(“kestim kara saçlarımı”, G. Akın)
Siyasal iktidar destekli gericiliğin toplumun her alanında mevzi genişlettiği, emekçilerin kazanılmış haklarının yanı sıra kadının cumhuriyetle gelen kazanımlarından geriye kalanların budanma çabalarının hız kazandığı, böylesi bir ortamın doğal sonucu olan kadın cinayetlerinin olağanlaştığı ve pratikte neredeyse cezasız hale geldiği bir ülkede yaşamaktayız. Bu koşullarda AKP, R. T. Erdoğan aracılığıyla, tam adı Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi’nden imzasını çekmeye hazır olduğunu açıkladı.
Erdoğan, ailenin temeline dinamit koyan hiçbir düzenlemenin meşru olmadığını, Türkiye’nin tercüme metinler yerine kendi çerçevesini belirlemesinin zamanının geldiğini, böyle bir metne ise “Ankara Kriterleri” denilebileceğini, tartışmayı ülke değerlerine düşmanlık aracı haline dönüştürmeye çalışan bir avuç sapkına meydanı bırakmayacaklarını söyledi.
Bu nitelemelere konu olan ve Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan, 2014’ de yürürlüğe giren Sözleşme'nin ilk imzacısının Türkiye olduğunu ve Sözleşme’nin yürütmeye sokulmasına dair TBMM tarafından çıkarılan 6284 sayılı yasanın da AKP iktidarınca yapıldığını belirtelim.
Sosyalizmin ağırlığının hissedilmediği bir dünyada, içinde yaşadığımız neo liberal düzende egemenler, dünyanın birçok ülkesinde eski geleneklerden de yararlanarak dini değerlerle tanımlanan kadın olgusuna ve aile kurumuna sarılıyorlar. Bu durum Türkiye gibi Avrupa’da da yaygın. İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye ile benzer gerekçelerle aralarında bazı AB ülkelerinde de tartışmaya açılmış olması bunu gösteriyor.
Örneğin, Polonya’da 2015’deki B. Komorowski başkanlığındaki liberal hükümet İstanbul Sözleşmesi’ni imzaladığı halde, yeni seçilen ve Katolik geleneklerini koruma iddiasındaki hükümet 2016 Aralık'ında Anlaşma’dan çıkmayı düşündüğünü açıkladı. Her ne kadar 13 Şubat 2017’de Polonya Adalet Bakanı Sözleşme'den çıkmak için yapılan çalışmaların duraklatıldığını –büyük olasılıkla yaptırım çekincesiyle- açıklamış olsa da Polonya yasalarında Sözleşme’nin gerektirdiği değişiklikler henüz gerçekleştirilmemiş durumda.
Polonya Adalet Bakanı'nın Sözleşme’ye karşı olma nedenleri arasında Sözleşme'de şiddetin dine bağlanması ve yine Sözleşme’de kadın ve erkek dışında üçüncü bir cins tanımının getirildiğini düşünmesi. Sözleşme'de geçen, “kültür, gelenek, din, adet veya sözde ‘onur’ gibi nedenlerin şiddet uygulanmasını haklı gösteremeyeceği” ifadesinin din ve şiddet arasında bir bağlantı kurulduğunu gösterdiğini iddia ediyor. “Genç erkeklere elbiseyle dolaşmayı öğretmek şiddete karşı bir savaş yöntemi değildir” sözleriyle de Sözleşme’de aile kavramı dışında bir üçüncü cinsin işaret edildiğini vurguluyor.
AKP iktidarının Sözleşme'ye karşı çıkış nedenlerinin Polonyalı yetkililerle ortaklığı gözden kaçmıyor.
Peki, Sözleşme’yi nasıl yorumlamalıyız? İstanbul Sözleşmesi uygulanabilir mi? Kadına gerçekten erkekle eşit bir konum sağlayabilir mi?
'Omuz ver Kadına Şiddet Son Bulsun'
13 Ağustos günü Seferihisar Belediyesi’ne bağlı Anı Evi’nde TKP Seferihisar birimi tarafından düzenlenen etkinlikte Kadına Şiddet konusu ve İstanbul Sözleşmesi enine boyuna tartışıldı.
Mühendis Gizem Batı Ayaz, yaptığı sunumda, kadın-erkek eşitsizliğinin doğal değil ama tarihsel ve toplumsal bir olgu olduğunu, sınıflı toplum ve onunla gelen aile, devlet gibi kurumlarla birlikte kadının sömürüsünün de başladığını, kadının eve hapsolduğunu, bir başka sömürü düzeni olan kapitalizme gelindiğinde ise egemen sınıfın kadın ve çocuk emeğine gereksinim duyduğu için eve hapsolan kadının üretimde yer almasını sağladığını anlattı.
Ne var ki, kadının üretime katılması, tarihsel bir ilerleme olmakla birlikte, bir kurtuluştan çok, artan bir sömürüyü göstermektedir. Ucuz, niteliksiz ve geçici işlerde çalışan kadın, erkekle eşit ücret alamamakta, işine kolayca son verilebilmektedir. Üstüne üstlük görünmeyen emek yükü –ya da işgücünün yeniden üretimi dediğimiz- ev işleri, yaşlıların ve çocukların bakımı gibi işleri de sürdüren kadın, patronun maliyet hanesini hafifletmektedir. Kadının görünmeyen emek yükünün aile içinde gerçekleşmesinin, bu kurumun kapitalizm için ne kadar gerekli olduğunun da bir göstergesi olduğuna dikkat çeken Gizem Batı Ayaz, kadının “süper” anneliğinin ve gereksiz tüketim ihtiyaçlarının sürekli olarak pompalandığı bir odak olarak da ailenin düzen açısından vazgeçilmezliğine dikkat çekti. Yine, dinselliğin ve gericiliğin kadını eve bağladığını, toplumdaki ikincil pozisyonunu güçlendirdiğini, eve kapatılması, fiziksel ve cinsel şiddet görmesi, hakarete maruz kalması gibi şiddet olaylarını arttırdığını, esnek, yarı zamanlı, güvencesiz işlerde çalışmayı teşvik ettiğini vurguladı.
Sunumun ikinci bölümünde İstanbul Sözleşmesi ve etkisi tartışıldı.
Sözleşme'nin kadına yönelik şiddetle ilgili önemli haklar tanıdığını ve kadına tanınan bu hakların yıllardır süren mücadelelerin ürünü olduğunu vurgulayan Gizem Batı Ayaz, Sözleşme'deki zayıf ve eksik yönleri de paylaştı konuklarla. Kadın-erkek eşitsizliğinin üretim ilişkileri ve sömürü ile olan doğrudan ilişkisinin Sözleşme'de yer almadığını, Sözleşme'nin uygulanabilmesi için –kreş, çamaşırhane, yemekhane, yuva, yaşlı bakımevleri, sığınma evleri gibi- gerekli hizmetlerin devlet tarafından sağlanmasının özelleştirmeyi temel alan neo liberal düzende olanaklı görünmediğini, özetle eşitsizliğin sınıfsal mekanizmalarına değinilmediğini belirtti.
Kadın erkek eşitliğine inanmayan, kadını erkeğin tamamlayıcısı olarak gören, eşitliğin yerini kendi adalet anlayışına uygun olarak doldurmaya çalışan AKP’nin İstanbul Sözleşmesi’ni imzalama nedeninin bir imaj düzeltme çabası olduğunu belirten Gizem Batı Ayaz’a göre AKP iki nedenle Sözleşme’den çıkmayı istemektedir. Sözleşme’deki bazı hükümlerin aileyi dağıttığı ve cinsel yönelimleri farklı olanların desteklendiği düşünülmektedir. Bu bağlamda kendi kitlesini konsolide etme çabası ağır basmakta ve dünyadaki diğer muhafazakar iktidarlar ve dinci çevrelerle koşutluk göstermektedir.
Sunumun bu noktasında Avrupa Konseyi üyesi 34 ülkenin İstanbul Sözleşmesi’ni imzaladığı ve bunu iç hukuklarının bir parçası haline getirdikleri, Avrupa Konseyi üyesi olmayan Kanada, ABD, Vatikan Tunus, Meksika, Japonya, Kazakistan gibi ülkelerin de Sözleşme'ye imza koydukları, Avrupa Konseyi üyesi oldukları halde Sözleşme'yi imzalamakla birlikte yürürlüğe koymayan, çoğunluğunu Doğu Avrupa ülkelerinin oluşturduğu bir grubun da var olduğu anlatıldı.
Gizem Batı Ayaz, Sözleşme’nin kapitalist düzende yönetici sınıf için ekonomik anlamda kâr getirmeyen bir yük sayıldığı için hayata geçirilmesinin çok zor olduğunu, ülkemizde imza sürecinin bir parçası olarak çıkarılmış olan 6284 sayılı yasanın da yetersiz olmasının yanı sıra çok yavaş işlediğini, uygulamada hep geç kalındığını, bu arada kadınların katledilmeye devam ettiğini belirtti.
“Kız kardeş” imajını kullanarak tüm kadınların eşit olduğu safsatasını sürekli olarak topluma enjekte eden anlayışın da yanlış olduğunu, işçi kadınlarla patron kadınların sömüren sömürülen ilişkisi içinde değerlendirilmeleri gerektiğini söyleyen konuşmacı, sınıf mücadeleleri tarihinde kadınlarının hep ön planda yer aldıklarını örneklerle anlattı. Günümüzde Küba’da kadınların kazanımlarını da örneklerle aktaran Ayaz, kadının eşitlik mücadelesinin kadın - erkek birlikte verilmesi gerektiğini ve sömürü düzeni değişmedikçe kadının yaşamına olumlu yönde köklü değişiklikler getirilmesinin olanaksız olduğunu, İstanbul Sözleşmesi gibi kazanımlara sıkı sıkıya sahip çıkılması gerekmekle birlikte kalıcı çözümün sınıfsız sömürüsüz bir toplumun kuruluşunda yattığını da yineledi.
Eşit, özgür, bilim ve aydınlanmadan yana bir toplumu, sosyalizmi birlikte kurup şiddetin son bulduğu bir ülkede yaşamak için herkesin mücadeleye omuz vermesini isteyen Ayaz’ın sunumu sonrasında katılımcılar kişisel olarak hiç beklemediğim bir girişkenlikle sorular sordular ve konuya dair düşüncelerini paylaşarak tartışmaya katıldılar. Birimin gerçekleştirdiği ilk toplantı olmasına ve pandemi koşullarında yapılmasına karşın son derece canlı, verimli ve ön açıcı bir birlikteliğe tanıklık ettik.
Toplantı Seferihisar’a orak çekicin varlığını duyurmaya başladığını gösteriyor. Yakın gelecekte benzer toplantılarla daha da genişleyeceğini düşündüğüm katılım elbette çok uzun olmayan bir vadede meyvelerini verecek. Seferihisar’ın düşünce dünyası sosyalizmin ışığıyla aydınlandığında ve ekilen tohumlar büyüdüğünde bu güzel ilçe olduğundan çok daha çağdaş ve yaşanılası bir hale gelecek.
Emeği geçen tüm yoldaşlara selam olsun!