"Rejim yasa dışı kitapların yakılmasını emrettiğinde,
donuk öküz sürüleri onları kocaman kamyonlarla şenlik ateşlerine taşıdılar.
O zaman, en iyi ozanlardan olan sürgün yemiş birisi,
aforoz edilmiş metinleri gözden geçirdi ve çok hiddetlendi.
Kendisi dışarda bırakılmıştı!
İktidardaki geri zekalılara sert mektuplar yazmak için
masasına koştu. Öfkeyle doluydu.
Beni yakın! diye yazdı keskin kalemiyle.
Her zaman gerçekleri yazmadım mı?
Şimdi siz bana yalancı muamelesi yapmaktasınız!
Yakın beni!" (B. Brecht - Kitapları Yakmak")
Bir kuşak hızla tükenmekte.
Sosyalist sol yayıncılık geleneğinin temsilcilerinden olan, Bilim ve Sosyalizm Yayınları sahibi ve yöneticisi Süleyman Ege 17 Ocak gecesi göçüp gitti. Kısa süre önce kaybettiğimiz Sol Yayınevi sahibi Muzaffer İlhan Erdost gibi o da sessiz sedasız terk etti bizleri...
Yıllar boyu bir görevi gönüllü olarak üstlenmiş ve bedelini de yakınmaksızın ödemiş bir kuşaktan söz ediyoruz. Bilimsel sosyalizmin temel eserlerinin çevirilerinin yapılmasına aracılık ederek teorinin emekçi sınıfa ve genç kuşaklara aktarılmasını sağlayan... Böylelikle mücadelelerinin amacını belirginleştiren ve yolu aydınlatan... Bunun yanı sıra dünyadaki devrimci mücadeleler, devrimci liderlerin yaşamları, ulusal kurtuluş savaşları hakkında Türkiye insanını bilgilendiren... Özetle, ülke halkını dünyaya ve yaşama dair yepyeni bir bakışla tanıştıran bir kuşak...
Komünistlerin, sosyalistlerin her zaman belli başlı görevleri arasında yer almış bu zahmetli iş 27 Mayıs Anayasası ile gelen göreli demokratik koşullarda yeniden hızla devreye girdi. Ne var ki, egemen sınıflar 1936'dan beri varlıklarını korumak için Türk Ceza Yasası'na koydukları 141-142. maddeleri de aynı hızla çalıştırdılar. Sermaye sınıfının "akademik" temsilcilerinin verdikleri bilirkişi raporlarıyla, yazarlar, çevirmenler ve yayınevi sahipleri 30, 40, 50 yıl gibi uzun hapis cezalarını öngören maddeler kapsamında yargılandılar. Kitaplar basıldı ama yüreklerinde ve kafalarındaki inancın gücüyle bu işi yüklenenler soluğu mahkemelerde, cezaevlerinde, işkencede aldılar... Buna karşın yolundan dönen, baskılara boyun eğen de olmadı...
Bilim ve Sosyalizm yayınlarının sahibi Süleyman Ege de tercihini böyle zorlu bir yaşamdan yana yapanlardan birisiydi. Ülkemizde 1936 yılında Kerim Sadi'nin yaptığı çeviri ile son kez yayın hayatımızda görülen Komünist Manifesto'yu 32 yıl sonra yeniden yayınlamak istediğini avukatı olan Halit Çelenk'e söylediğinde, Çelenk'in "Süleyman elbette savunurum ama sonuç almak zor olabilir" dediğini, onun da "ağabey, olsun, bu kitap için 7.5 yıl yatarım" dediğini anımsarım. Ege 12 Kasım 1968'de Manifest'i çıkarır. Savcı kitabın çıktığı gün harekete geçer, toplatma kararı için mahkemeye başvurur ve İçişleri Bakanlığınca çıkarılan genelge ile beş bin adet basılan Manifest'in üç bini valiliklerce yıldırım hızıyla toplatılır. 14 Kasım günü yayınevine gelen Ege'yi kapıda bekleyen polisler "mevcutlu" olarak Adliye'ye götürürler. Tutuklama kararını Sulh mahkemesinden alamayan savcı bir üst mahkemeye başvurur. Çok geç bir vakitte, Halit Çelenk'in mübaşirleri ikna ederek bulduğu bir gaz lambasının yardımıyla kararı inceleyen yargıç Ege'nin tutuksuz yargılanmasına karar verir! Manifest'in 12 Mart'ın gelişiyle birlikte beraat/mahkumiyet ikilisi arasında gidip gelen yargılanma süreci daha yeni başlamıştır.1
Komünist Manifesto'nun kısa öyküsü ile başladık ama Bilim ve Sosyalizm yayınlarının yaşamı 1965 yılında İngiliz Marksisti J.D. Bernal'ın "Marks ve Bilim" başlıklı eserinin çevrilip basılmasıyla başlar. Bu kitabı Marks'ın, Engels'in, Lenin'in ve Stalin'in eserleri2, Vietnam, Macaristan, Bulgaristan, Portekiz, İtalya gibi ülkelerdeki mücadeleleri anlatan kitaplar, Ho Şi Min, Marks ve Stalin'in yaşam öykülerini dillendiren eserler, bilimsel sosyalizmin teorisine dair çalışmalar izler. Yanılmıyorsam İkinci Dünya Savaşı'nda Fransız direnişçilerinin verdikleri olağanüstü mücadeleyi anlatan J. Kessel'in "Gölgeler Ordusu" nu basan tek yayınevidir Bilim ve Sosyalizm yayınları.
12 Mart askeri cuntası ile hukuk kazanımlarının geri alınması
Yayınladığı kitapların büyük çoğunluğundan hakkında kovuşturma açılan Ege yukarıda belirttiğimiz gibi 12 Mart öncesinden başlamak üzere yargılanır. Verilen güçlü hukuk savaşımı sonucunda açılan davalar beraatla sonuçlanır. Ne var ki, 12 Mart gelir çatar. Temyiz aşamasında bulunan dört kitap Yargıtay tarafından aklama kararı vermiş olan mahkemelere iade edilir. Aynı mahkemeler bu kez fikirlerini değiştirerek mahkûmiyete hükmederler! TCK'nun 142. maddesine göre 7.5'ardan 30 yıl eder dört kitabın mahkumiyet süresi. Yetmez... 16 yıl da sürgün eklenir. En acısı da kitaplar yani - Devlet ve İhtilal, Bolşevik Partisi Tarihi, Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz! ve Komünist Manifesto- için verilen zoralım kararıdır.
12 Mart döneminde Ege Uluslararası Af Örgütü'nün listesinde "dünyanın en ağır fikir suçlusu" ilan edilir! İronik olan ise Başbakan Nihat Erim'in The Guardian'ın konuya dair sorusuna verdiği yanıttır. Kitaplığındaki Komünist Manifesto ve Devlet ve İhtilal'i gazeteciye göstererek;
"Bakın, bu kitapları ben de okuyorum ve yararlanıyorum. Bu yayıncı kitaplar yüzünden tutuklanmış olamaz. Mutlaka bir gizli örgütle ilişkisi olmalıdır.Türkiye'de düşünce özgürlüğüne ilişilmemiştir, düşünceleri yüzünden kimse tutuklanmamıştır" der.3
Yayıncının hasta yatağında zincire vurulmuş haldeki fotoğrafıyla birlikte yayın yoluyla komünizm propagandası yaptığına dair haberler dünya basınında çarşaf çarşaf yer almakta ama cuntanın Başbakanı "akademisyen" yalan açıklamalar yapmaktan utanç duymamaktadır!
Ege üç yılı aşkın yattığı cezaevinden 1974'te Anayasa Mahkemesi kararıyla çıkar.4
12 Eylül / Kitabın Ateşle Dansı
12 Mart-12 Eylül aralığında yoldaş yayıncı ve avukat mahkeme koridorlarında mekik dokurlar. Yayınevinin otuz bir kitabı da aklanır.
Ama ne sermayenin ne de onun emrindeki askeri cuntanın kitap korkusu sona ermiştir. Ege'nin deyişiyle "Onların derdi yasallık değil...kitaptır."
12 Eylül'de yayınevine sayısız baskın yapılır.
En kötüsü ise yoldadır.
7 Ağustos 1982 günü yayınevine giden Ege kapının mühürlendiğini görür.
Kapıya iliştirilen bir notta ise Sıkıyönetime başvurması istenmektedir. Olaya bir anlam veremeyen yayıncı iki gün uğramaz yayınevine. Aslında Sıkıyönetim Komutanlığından gelen 6 Ağustos 1982 tarihli emirle yayınevinin otuz kitabından on altısı yasaklanmış ve müsadere kararı alınmıştır!
Halit Çelenk Komutanlık Adli müşavirliğini arar, Mamak'a giderek adli müşavire yapılan işlemin yasa dışı olduğuna dair uzun bir dilekçe verir ve ayrıca kitapların tümünün mahkemelerce aklandığını sözlü olarak açıklar.5 Mührün açılması ve kitapların serbest kalması gerekirken Cunta inanılması güç başka bir yola gider. Dilekçenin verilmesinden 7 gün sonra, 27 Ağustos 1982'de yayınevinin geriye kalan 14 kitabının da yasaklanmasına karar verir!
Bu karardan bir gün sonra, 28 Ağustos günü polis kapıya dayanır. Ege, "komşu halıcıdan telefonla Çelenk'i buldum. Yıllarca süren kitap davalarında beni hiç yalnız bırakmayan vekilim, yakın arkadaşım Halit Çelenk, bunca olayın deneyiminden geçmiş hukuk adamı, haberi öğrenince şaşırıp kaldı. 'Hemen geliyorum' derken sesi titriyordu." diye anlatır o günü.
Mühür çözülür. Kitaplar kamyonlara yüklenmeye başlar... 30-35 ton kitap...Halit Çelenk Adli Müşavirliğe verilen dilekçenin yanıtının beklenmesi gerektiğini ısrarla anlatmaya çalışmaktadır ama dinleyen kim... Avukat ve yayıncı tutanak olmadan kitapları teslim etmeyeceklerini söylerler. Sonunda komutanlık tutanak tutulmasına razı olur ama işlem durmaz. ilk boşaltma gününü Çelenk şöyle anlatır:
"Kitapları korumak düşüncesiyle paketleri taşıyan emniyet görevlilerini izleyerek kamyonun yanına gittim. Kitapların yırtılmaması, örselenmemesi için onları uyardım ama ne çare. Kitap paketleri arka kapısı kapalı kamyonun içine bir çöp torbası gibi fırlatılıyor, paketler gürültüyle dağılıyor, kitaplar yırtılıyor ve savruluyor. Bu korkunç görünüm karşısında insanlığımdan utandım. Orada duyduğum acı, olayı her anımsayışta yüreğime oturur. Orada, insanlığın düşünsel mirası olan bilim ve kültür ürünlerini, bir anlamda uygarlığı yok etmeye çalışan baskıcı rejimlerin bu özelliği gözlerimin önünde somutlaşıyordu.”6
Yayınevinin boşaltılması 9 Eylül'e kadar 13 gün sürer. 18 yılın emeği olan 133 bin 607 kitap Mamak'a taşınır.
10 Eylül'de avukat ve yayıncı Mamak Sıkıyönetim Adli müşavirliğine bir dilekçe daha verirler. Kitapların tümünün yasal olarak beraat etmiş olduğu ve onlara ilişilemeyeceği bir kez daha belgelenir.
Belki de en acısı, basının, bilim dünyasının, Baroların, kitap dünyasının özetle toplumun suskunluğudur. Ege'nin ifadesiyle "hakka, bilime, kitaba saygının dili tutulmuştu(r)". Cumhuriyet dışındaki basın görmez ve duymaz bu kitap cinayetlerini!
Kitaplardan ayrı geçen üç yılın sonunda, 26 Mayıs 1985 gecesi televizyon Ankara dahil 6 ilde sıkıyönetimin son bulacağı haberini verdiğinde "buruk bir umut ve belirsizlik" düşer yüreğine yayıncının... Yine de karar TBMM'den geçtiği gün Emniyet Siyasi şubeye gider ve sorar kitapların akıbetini...Kadın komiser "Ama Süleyman bey...iki yıl oldu kitaplar Seka'ya gönderileli" yanıtını verir. Muzaffer ağabey ve İlhan'ı ölesiye döverken söylenen sözler ise bir kez daha uçuşmaktadır havada. "...siz de bu kitaplarla gençleri zehirlemişsiniz..."
Takvim yaprakları iki gün sonrasını, 12 Haziranı gösterdiğinde Ege ve Çelenk Mamak'tadırlar. Avukatın elinde yine bir başvuru dilekçesi vardır. Bu kez imha kararını ve imha tutanağını talep etmektedir Komutanlıktan.
Görüşmeden çıkan avukatın "yakmışlar kitapları" diyebildiğini, Çelenk'i sadece Denizlerin idamını kendisine anlatırken bu kadar üzüntülü gördüğünü söyler Ege. Bir hafta önce ateşle buluşturulan kitapların imha belgeleri de verilmemiştir avukata.
Haber yine sadece Cumhuriyet’te Erbil Tuşalp tarafından yapılır.
İmha belgeleri bir türlü gelmez... Onlarca solcu gencin sorgusuz sualsiz asıldığı, emekçilerin katledildiği, işkencenin kol gezdiği bir faşist dönemde belge peşine düşmek anlamsız gelebilir ama Ege bırakmaz peşini. Sonunda Evren'e bir mektup yazar ve sorar:
"Kitaplarım yargı organlarının kararları hiçe sayılarak, yasalara aykırı olarak yasaklanmış, elimden alınmış ve imha edilmiştir. Bu uygulamanın, yalnızca hukuk açısından, yasalar açısından değil, her şeyden önce devlet kavramı açısından, güçler ayırımına dayanan devlet bütünlüğü açısından dayanaksız olduğu ortadadır. Yargı organlarının kararlarının geçerliliği... Türkiye Cumhuriyeti'nin adı değiştirilmediği sürece tartışılmaz gerçektir...Hiç kimseye kesinleşmiş yargı kararlarını yok sayma anlamında bir yetki tanınamaz... Şimdi,....133 bin kitabı imha edilen bir vatandaş olarak benim karşı karşıya kaldığım soru şudur: Devleti oluşturan güçler arasında yargı gücü var mıdır, yok mudur?..Mahkemeler gerçekten var mıdır, yok mudur?...Açıktır ki, kamuoyu ortada yalnızca beni ilgilendiren özel bir sorunla değil, her şeyden önce devleti ilgilendiren vahim bir sorunla karşı karşıyadır..." der.
Yanıt gelmez.
29 Kasım 1985'te İdare Mahkemesi'ne dava açılır ve tazminatı da içeren bir hukuksal süreç yeniden başlar. Yargıtay, Danıştay... derken Danıştay 10. Dairesi Ankara Sıkıyönetim komutanlığını suçlu bulur; Komutanlık "devletin sorumluluğunu gerektirecek ağırlıkta bir hizmet kusuru" işlemiştir. Ege'ye maddi, manevi tazminat ödenmesine karar verir.
Komünistlerin düzenle savaşı aynı zamanda kendi yaşamlarını sürdürürken de yürütülen bir savaştır.
Konya Ereğlisi'nin Gaybi köyünde doğan Süleyman Ege, öğretmen olabilmek için savaştı. Bir sosyalist olarak büyük umutlarla girdiği ve Sosyal Adalet gibi dergilerinde çalıştığı, eylemlerini örgütlediği ve katıldığı TİP'ten haksız olarak ihraç edildiğinde de savaştı. Örgüt savaşı yerini kitap savaşına bıraktığında da savaşa devam etti.
Biliyorum içini cayır cayır yaktı o olay Süleyman Ağabey. Faşizmin, hırsını ve sınıfsal hıncını Manifesto'dan, Devlet ve İhtilal'den, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizmden, Yoldaşımız Ho Şi Minh'den, Karl Marks ve Doktrini'nden, Yaşasın Halk Zaferinin Zaferi ve diğerlerinden çıkarmasını hiç affedemedin. 18 yıllık emeğinin polis kamyonlarında ayaklar altında ezilmesini, parçalanmasını ve cayır cayır yakılmasını devrimci ruhun, titiz huyun hiç kabullenemedi.
Ama 133 bin kitabını kaybetmek tüm dünyaya ve ülke içinde duymayan kulaklara, görmeyen gözlere 12 Eylül faşizminin içyüzünü, alçaklığını gösterdi Süleyman ağabey.
Az iş mi?
- 1. 142. maddeye aykırılık yani komünizm propagandası ile yargılanan kitap 9 Nisan 1970'te Ankara 2. Ağır Ceza mahkemesi kararıyla beraat etti. Ege karar günü cezaevindeydi. "Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!" başlıklı kitaptan dolayı tutuklu olduğundan beraat kararını içerde kutladı. Tahliye olduktan sonra, Ekim 1970'te, kitabın 2. baskısını yayınladı. 12 Mart'ın gelişiyle birlikte Yargıtay beraat kararını bozdu ve beraat kararı veren mahkeme bu kez farklı bir kurulla mahkumiyette karar kıldı! Manifest'in de zoralımına (müsaderesine) karar verildi. Verilen zorlu hukuk mücadelesi sonunda Mart 1976 'da 3. baskı yayınlandı. 12 Eylül darbesine dek üç baskı daha yapıldı. 12 Eylül'le kitapların ateşle dansı başladı... (Süleyman Ege, Şubat 2009, Komünist Manifesto ve Türkiye'deki Öyküsü", Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, s. 16-17)
- 2. Lenin'in Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Karl Marks ve Doktrini, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm ve Devlet ve İhtilal'ini, Stalin'in ise Bolşevik Partisi Tarihi ve Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm'ini Bilim ve Sosyalizm yayınları arasında görmekteyiz.
- 3. Süleyman Ege, Kasım 1992, "Kitabın Ateşle Dansı", 43-45, Bilim ve Sosyalizm yayınları, Ankara
- 4. aynı yer, s. 45
- 5. aynı eser, s.22
- 6. aynı eser, s. 26-27