Truss’ın annesi aynı zamanda Nükleer Silahsızlanma Kampanyasının bir üyesiydi. Tarihin cilvesi muhafazakar parti liderliğine oynayan kızı ise, bugün nükleer savaşı başlatmaktan söz ediyor.

Liz Truss nükleer savaşı başlatabilir mi?

İnsanlar arasında merhametin azalması, anlaşmazlık ve sapkınlıkların çoğalması, yeni bir düzen ihtiyacına tanıklık eder, ki yaklaşmakta olduğu göksel emareler tarafından haber verilmektedir. Bu emarelerden biri “güneşin batışı”dır, güneşin giderek dünyaya yaklaşmakta oluşudur. (Campanella ileride pek çok metinde bu emare üzerinde ısrarla duracaktır.)...Yeni düzende daha iyi bir dini inanış ve ahlâk kuralları hâkim olacak, her ikisi de doğa ve doğal din üzerinden temellenecektir. Calabria yeni çağa hazırlanmak için İspanyol istibdâdını üzerinden atıp, yeni din ve ahlâkın vücut bulduğu bir cumhuriyet kurmalıdır.”1 

Mary Elizabeth Truss, 27 Temmuz 1975 yılında Oxford’da dünyaya geldi. Küçük yaşlardan itibaren kapitalistlere hizmet etmeye namzet bir şövalye olacağı belliydi. Henüz 7 yaşındayken arkadaşlarıyla hazırladığı bir piyeste Margaret Thatcher rolünü oynadı ve sınıfta sahnelenen İngiltere genel seçimlerinde Muhafazakar Parti lideri olarak yarıştı. Thatcher, İngiltere sermayesi için olduğu kadar Liz Truss için de güçlü bir karakterdi ve bu karakter Truss’ı tüm benliğiyle ele geçirecekti. Yeni dünyanın Roma İmparatorluğunun Jül Sezar’ları erkek olmak zorunda değildi. Küçük Truss, gelecekte Roma’daki ebedi diktatör kimliğine sıkı sıkıya sarılan mahir bir şirket bürokratı olacaktı.

Babası John Kenneth, Leeds üniversitesinde matematik profesörü, annesi Priscilla Mary Truss, hemşire ve öğretmendi. Truss’ın annesi aynı zamanda Nükleer Silahsızlanma Kampanyasının bir üyesiydi. Tarihin cilvesi muhafazakar parti liderliğine oynayan kızı ise, bugün nükleer savaşı başlatmaktan söz ediyor. Mucize çocuğun ebeveynleri, kendilerini İşçi Partisi (Labour Pary)’nin solunda konumlandırıyorlardı. Yıllar sonra Liz Truss, Muhafazakar Partiden milletvekili adayı olduğunda babası onun için propaganda yapmayı reddetti.

Liz Truss, Oxford’daki Merton Üniversitesi’nde felsefe, politika ve ekonomi okudu. Öğrencilik yıllarında hızlı bir Liberal Demokrat olan Truss, Liberal Demokrat Gençliğin ulusal yürütme kurulu üyesi oldu. Bu yıllarda ‘özgürlükçü’ görüşleri gereği esrarın yasallaşmasını ve monarşinin kaldırılmasını destekledi. Nihayet çocukluk hayallerinin peşinde koşmaya karar veren Liz Truss, 1996 yılında Muhafazakar Parti’ye katıldı.

1996’dan 2000’e kadar Shell başta olmak üzere çeşitli şirketlerde görev yaptı. Kapitalistler, şirketlerinde istihdam ettikleri bürokratları siyasette ve gelecekte başbakanlık koltuğunda görmeyi çok seviyor. Bugün, dünyanın neresine bakarsanız bakın hükümette mutlaka bir CEO göreceksiniz. 6 Mayıs 2010’da Avam Kamarasına giren Truss, Muhafazakar Parti iktidarlarında çeşitli görevler-bakanlıklar elde etti. Bunlardan en ilgi çekici olanı, başbakan Boris Jonson liderliğindeki kabinede, 10 Eylül 2019 yılında Kadın ve Eşitlik Bakanı olarak göreve başlamasıydı. Dünyada ve İngiltere’de işçi sınıfına karşı terör estirmiş bir kadını Margaret Thatcher’ı idol alan bu küçük kız çocuğu, eşitsizlikleri büyütmek için Eşitlik Bakanı olmuştu.

Boris Johnson’ın hızlı ve kesin bir komployla devrildiği son dönemdeki kabinede (15 Eylül 2021) Domik Raab’ın yerine Dışişleri Bakanlığı görevine geldi. Neredeyse tüm çalışma arkadaşlarının istifa dalgasıyla Johnson’u hançerlediği bir dönemde Marcus Junius Brutus olmayı reddetti. Muhafazakar parti liderliğinin yolu, yani başbakanlığın yolu kendisine açılırken, bakan olmanın tüm imkânlarını rakibi Rishi Sunak’a karşı kullanacaktı. Ukrayna savaşının rüzgarını arkasına alacak ve refah İngiliz toplumuna karşı komplo olarak gördüğü Michael Lynch öncülüğündeki grevci işçilere karşı açık bir savaş ilan edecekti. Çocuk demir lady büyümüş ve gerçek bir Sezar’a dönüşmüştü. Muhafazakar Parti delegelerine işçilerin elinden grev silahını alacağını vaat etti. Özetle savaşın tüm maliyeti böylece işçi sınıfına rahatlıkla kesilebilecekti. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, liberal terminolojiyle ifade edersek eğer, baskılanan geri dönmüştü. Yıllardır kendisini frenlemek zorunda kalan ve işçi sınıfına karşı sınıfsal kinini diri tutan burjuvazi, muhafazakar bir devrimi 1980 yılında ilan etti ve sözde cumhuriyetler yerini ebedi diktatörlüğe bıraktı.

Bu yüzden 80’li yılların liderleri, başarıyla sonuçlanan bu kalkışmanın muzaffer birer kahramanlarıydı. Margaret Thatcher, Ronald Reagan ve Kenan Evren heykelleri dikilmesi ve anıtlaştırılması gereken isimlerdi. Kimbilir Ukrayna savaşıyla birlikte tek tek yıkılan ve sosyalizmin eşsiz hafızasını taşıyan anıtların yerine bunları yerleştirmeyi düşünüyor olabilirler. 

İngiltere için bunu doğrudan söyleyemesek bile (İngiltere yasasız bir cumhuriyet olmayı dahi başaramadı), yasasız cumhuriyetler çağında korkunç bir köleleştirme sürecinden geçiyoruz. IŞİD, Palmira antik kentinde ne yaptıysa bugün tüm o eski SSCB coğrafyasında benzer bir barbarlık yapılıyor. Palmira’da hiltilerle, bombalarla parçalanan heykelleri gördüğümüzde hangimizin canı yanmadı? Soğuk savaşın ve bugünkü sıcak savaşın yoğun propagandası sayesinde yine insanlığın ortak hafızasına acımasızca saldırıyorlar. Tüm bu anıtlar bir bir yıkılırken çoğunluğun canı yanmıyorsa eğer, bu korkunç propagandanın başarısı sayesindedir. Kapitalistler, böyle bir hafıza olmasın ve sosyalizm kabusu bir kez daha yaşanmasın istiyor.

Bu yüzden barbarlara karşı Jül Sezar’dan daha acımasız bir savaş başlatıyorlar. Zavallı Sezar, hiçbir zaman gerçek anlamda bir imparator olamadı ama ondan sonra gelenler onun açtığı yol sayesinde İmparatorluğun defne yapraklı tacına erişebildiler. Ebedi diktatörün partisi, kitle popülizmi ve unvanı geleceğe korkunç bir çürüme bıraktı. Gerçekte ‘Roma Medeniyeti’ dolu dizgin çöküşe doğru gidiyordu. İşte demir lady, İngiltere’de böyle bir miras bırakmış gibi görünüyor. Boris Jonson, boş yere bıkmadan usanmadan Roma İmparatorluğu’na atıf yapmıyordu. Thatcherizm, imparatorluğu özlediği yağmacı döneme taşırken, kendi işçilerini de yoksulluğa, çürümeye ve sefalete terk ediyordu. Ebedi diktatör, önce İrlanda’daki ayrık otlarını daha sonra Afganistan’daki sosyalizm belasını defetti. İngiltere’nin lejyonları Afganistan’dan çekilirken ardında koca bir yıkım ve karanlık bırakıyordu. 

Şimdi, İngiliz sermayesi yeni diktatörünü arıyor. Altın kaplı bu defne tacı, kim daha iyi taşıyacak? Bu sorunun cevabını arıyorlar. Liz Truss, sözleri ve eylemleriyle bir adım önde görünüyor. İrlanda’da yeniden hissedilen bir gerginlik var. Herkes yeni ebedi diktatöre kendini hazırlamaya çalışıyor. Diktatörlerin sık sık değişmesi sizi yanıltmasın. Sezarın partisi ve onun eşsiz unvanı sürekliliğini korumaya devam ediyor. Yıllarca sömürgeci İngiltere ile dengeli bir ilişki yürüten ve İrlanda’nın gerçek bağımsızlığına zarar veren İrlanda merkez siyaseti bile ‘Truss’ konusunda oldukça kaygılı görünüyor. Sermayenin kaygısına aldanmayın, masumların kanı dökülmeye başladığında hepsi yek vücut oluverir. İskoç Ulusal Partisi (SNP), yine benzer telaşla İngiltere sermayesinin diktatör arayışını izliyor. Anlaşılan o ki İngiliz milliyetçiliğinin soykırımlarla  elde etmeye çalıştığı, ada uluslarını tek bir dil ve kültür potasında eritme projesi bir türlü başarılı olamıyor. Tıpkı Roma’nın barbarları bir türlü Romalı kimliğine ikna edemediği gibi. 

Liz Truss, başbakan olur mu? Kimin başbakan olacağını zaman gösterecek ama kim başbakan olursa olsun bir imparatorluk politikası olarak deklere edilen savaş doktrininden kolay kolay vazgeçmeyecekler. İşte bu programı icra etmek için cesur bir diktatöre ihtiyaç duyuyorlar. 

Dünya köklü ve derin bir değişimin arifesinde olabilir. Giovanni Domenico Campanella’nın yüzyıllar önce gördüğü alametlerin tamamını farklı şekillerde görüyoruz. Mucizevi kıyamet alametleri değil, vahşi kapitalizme doğru hızla ilerleyen sistemin çocuklarımızı diri diri yutmaya hazırlanışının alametlerini görüyoruz. Grevlerin, isyanın ve eşitliğin olmadığı bir dünya istiyorlar. Campanella, ideal toplumunu bir komünizm hayaliyle oluşturmadı. Yazdığı eser ise onun tahmin edemeyeceği kadar önünde koştu. Onun ‘Güneş Ülkesi’, insanlığa hâlâ atalarının eşitlikçi düzenini hatırlatıyor ve bu hayali diri tutmalarını sağlıyordu. Thomas More, yine benzer şekilde ‘ütopyalarımızı’ süslemeye devam ediyor. Şiirler, destanlar ya da efsaneler hepsi çalışmanın zorunluluğuna lanet okuyor. Burjuvazi de biteviye aynı kabusu gördüğünden bu kanlı diktatörlüğe dişleri ve tırnaklarıyla tutunuyor. Çalışmama ayrıcalığını yitirmemek için burjuvazi, ebedi diktatörlerine nükleer savaş çağrısı yaptırıyor.

Nikolas Kopernik, Galileo Galilei ve Johannes Kepler; atalarımız yaşadıkları toplumsal düzende canlarını ortaya koyarak insanlığa yeni bir soluk aldırmayı başardılar. Bizler onlardan çok daha şanslıyız. Bir programa, bu programı işletebilecek  akla ve tarihsel birikime sahibiz. Karl Marx, Friedrich Engels ve Vladimir İlyiç Lenin insanlığın kurtuluşa hangi yoldan gidilebileceğini işaret etmeye devam ediyor. Bu hafızayı silmek için onların heykellerine ve isimlerine saldırıyorlar. Bu da yetmezse nükleer savaşla tüm insanlığın üzerinden silindir gibi geçmeye niyetleniyorlar.

Yaparlar mı yapamazlar mı sorusu artık tali bir sorudur. Sık sık dillendirilen bir ihtimali hiçbirimizin bekleme lüksü yok. Liz Truss gibi diktatörleri bir daha tarih sahnesinde görmek istemiyorsak tayin edici o savaşı, sınıf savaşını kesin bir zaferle noktalamak zorundayız. 

  • 1. Giordano Bruno ve Hermetik Gelenek/Frances Yates/S:500/Say Yayınları/Çev:Ayşe Deniz Temiz.