Türkiye, açığa düşmüş bir suç örgütü liderinin açıklamalarıyla çalkalanıyor. Bu açıklamalar ve onun üzerine yapılan tartışmalarda eksik ve çarpıtıcı bulduğum yönler var.

Kamu ekonomi yönetimi işin neresinde?

Türkiye, açığa düşmüş bir suç örgütü liderinin açıklamalarıyla çalkalanıyor. Bu açıklamalar, hepsi yeni bilgiler olmasa da, devlet-suç örgütleri ilişkilerinin karmaşık ağının küçük bir kısmının açığa çıkmasını sağlıyor. "İçerden" bilgiler olması bakımından, önceden yazılmış/söylenmiş olanlar açısından dahi, önemli bir doğrulayıcı işlev görüyor. Bu bakımdan önemi yadsınamaz. 

Bu açıklamalar ve onun üzerine yapılan tartışmalarda eksik ve çarpıtıcı bulduğum yönler var. Böyle olduğu için de sadece İçişleri Bakanı üzerine yüklenmeler -dün akşamki HaberTürk programında da görüldüğü üzere- beklenenin aksi etkiler yapabiliyor. Bu çarpıklıklara bir ölçüde önceki günkü (23 Mayıs tarihli) Birgün Pazar yazımda değindim. Çeteleşmenin, bir "yeniden mafyalaşma" ilişkisi biçiminde esas olarak 2018 sonrasındaki "tek adam rejimi"nin bir ürünü olarak sunulmasının (oysa  S. Peker konuşmalarında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı özel olarak kollamakta) ve bunun 1990'lardaki mafyalaşma ile karşılaştırılmasıyla yetinilmesinin çok sınırlandırıcı olduğunu düşündüğümden, bu tarz ele alışların "sermaye düzenine içkin, iktidar-sermaye-suç çeteleri ilişkilerinin perdelenmesine" hizmet edebileceğine dikkati çekmek istemiştim. 2018 sonrasına özel bir vurgu yapılmasına elbette itirazım yok, ama sorun, sistemik temelinden ve AKP döneminin bütünlüğünden yalıtlanmazsa... Şöyle yazmıştım: "Gerçekte bu, hem sermaye düzeninin icabıdır, hem Türkiye gibi bir çevre ülkesinde asalak sermayenin öne çıktığı bir düzenin türevidir, hem de onyıllarca iktidarın maddi nimetlerinden uzak kalan dinci siyasetin açgözlülüğünün sonucudur. Bunlar devletin üzerine bir çekirge sürüsü gibi çökmüşler, kendi sermayedarlarını yaratacak düzeye ulaşmışlar, kendi ağlarını kurmuşlardır". 

1990'larda ne oldu?

1990'larda güvenlikçi politikalar öne çıkarılmıştı. Ama bunun arkasında sadece PKK ile yoğun çatışma ortamının alevlenmesi yoktu. Soğuk Savaş'ın bitmesinden sonra NATO'nun ve çeşitli ülkelerde ona bağlı operasyon güçlerinin de işlevi bitmiş veya dönüşüme zorlanmıştı. Türkiye'deki asker-sivil güvenlik bürokrasisi (derin devlet de dahil) bu yeni sürece uyum sağlamakta (ki 2000'lerin ilk onyılında da sürer) güçlük çekti. Güvenlikçi devletin en kirlenmiş siyasetçi-bürokrat unsurlarıyla iş tutan çetelerin hukuken illegal ama fiilen yarı-legal üyelerine yeni "meşgaleler' bulundu. Uyuşturucu ve silah ticareti işleri, örgütlü cinayetler de bunların arasındaydı. Susurluk bunun açığa çıktığı bir an olmuştu; ama aslında bir devrin bitişinin de işaretlerindendi. 

1990'lar, 1980'lerden devralınan ekonomik sorunların katmerlendiği bir dönemdi de. Uluslararası finans kuruluşlarının 1994 ve 1998'de doğrudan sahneye çıktığı ama esas olarak 2000'lerdeki kapsamlı yeniden yapılandırmaya hazırlık olarak ekonomi bürokrasisini kendi içinden dönüştürmeye yatırım yaptığı bir zaman dilimiydi. Siyasetin ve ekonomi yönetiminin bu müdahaleler karşısındaki tavrı, 1980’lerdeki teslimiyetçiliğe bir ideolojik/ekonomik kılıf oluşturma ve giderek bir ideolojik taraftarlığın inşa edilmesiyle birlikte kendini de "gönüllü oyuncu" mertebesine "yükseltme" çabasıdır. 1990’ların küreselleşmeci ideolojisi her şeyi düzleştirerek, neo-liberalizmin dışında kalınamayacağını telkin ederken, bizim siyasetçi-bürokrasi camiası da buna hızla uyumlaştırılacaktır. 

1990 koşullarında ekonomi yönetimi ile güvenlik yönetimi arasında kesişme noktaları hiç yoktu denilemez. Sadece Tansu Çiller adının hatırlanması ve kurduğu hükümetlerin yapılarına bakılması bile bunun anlaşılması için yeterlidir.

Peki ya 2000'lerde?

2000'lerin ilk üç yılı 57. Hükümet koalisyonu ile IMF ve Dünya Bankası (DB) ortak yönetimi altındadır. Dönemin amentüsü, perde arkasındaki Niyet Mektuplarıdır ki bir ekonomik anayasa hükmündedir. Niyet Mektuplarında hükümetin siyasi müdahalelerinden bağımsız (ama dış müdahalelere açık!) düzenleme kurulları /kurumları oluşturulmasının altı özenle çizilmiştir. Bu konu, 2001 krizinin siyaseti terbiye edici (ürkütücü) etkileri sonrasında daha da öne çıkarılacaktır. Bağımsız kurullarda ısrarın bir nedeni de, yoğun bir yeniden yapılandırma /özelleştirme programının dayatıldığı her ülkede kaçınılmaz olarak ortaya çıkan büyük çaplı yolsuzlukların denetim altına alınmasıydı. Bir bakıma da IMF ve DB'nın büyüyebilecek yolsuzluklara ilişkin eleştirilerden kendilerini bir miktar sakınmak veya temize çıkarmak kaygılarını da içeriyordu.

Ama AKP yönetiminde ekonomi bürokrasisi 2003’den itibaren gitgide siyasal iktidar karşısında geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde bağımlı bir konuma gelecektir. Ayrıca, "İmam Hatiplilik ruhu" üzerinden hem ideolojik bir misyonun parçası olacak, hem de eş-dost kapitalizminin ve yolsuzluk ekonomisinin uygulama aparatına dönüşecektir. Siyasetçi-bürokrat ilişkisi bir siyasi organik bütünün parçaları gibi çalışıyor olmakla birlikte, ekonomi kararlarında ekonomi üst bürokrasisi daha önce hiç olmadığı kadar dışlanacaktır. 2018 sonrasında Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi'ne (CYS) geçişle birlikte bu eğilim en uç noktasına tırmanmış olacaktır. Artık bırakalım üst bürokrasiyi, devlet sekreteri konumuna geriletilmiş olan atama bakanlar bile karar süreçlerinde tâli duruma düşürüleceklerdir.

2003 sonrasında hızlı bir tempoda haraç-mezat sürdürülen özelleştirme uygulamaları, o güne kadar görülmemiş pervasızlıkta bir yağma düzenine konu olacaktır. İktidarın diğer ekonomik uygulamaları, bol kepçe ve denetimsiz rant aktarma mekanizmaları bakımından da mafyalaşma-çeteleşme süreçleri için olağanüstü müsait ortamlar oluşacaktır. (Bkz. "Hukuk yoksa devleti kim kontrol eder?" yazımız, Birgün Pazar, 23 Mayıs 2021). 

Sermaye karşısındaki konumuna bakarsanız, AKP döneminde sermayenin bütün kesimleriyle organik bağlantılar kurulmaya başlanmış, özelleştirme uygulamaları iktidarın ilk dönemlerinde bunun katalizörü olmuştur. 2010 sonrasında AKP iktidarı sermaye tercihlerinde daha seçmeci davranmaya, bir kısmı zaten AKP ve Fethullahçı cemaate yakın olan sermaye çevrelerini kollamaya, bu arada kendisine yakın ("beşli çete" namlı) büyük sermaye gruplarını özel olarak kayırmaya yönelmiştir. FETÖ'nün Aralık 2013 ve Temmuz 2016 operasyonlarından sonra, bu ilişkilerin yeniden düzenlendiği bir döneme de girilmiştir.

Sonuç

Devletin sosyal zorlama unsurlarına yani güvenlik birimlerine karşı 2007 sonrasında iktidardaki tarikat/cemaat koalisyonunun ortaklaşa yürüttüğü operasyonlar, hem TSK'nın Kemalist-cumhuriyetçi unsurlardan ayıklanmasını, hem de iktidar içi güç transferlerini hedeflemiştir. 2016 öncesi ve sonrasındaki süreçler bu güç transferini zıt yönlerde belirlemiştir; ancak AKP-FETÖ zıtlaşması o kadar da kalıcı olmayabilir. Asıl üzerinde durulması gereken konu, iktidara tamamen tâbi kılınmış görünen güvenlikçi devletin, giderek büyüyen ve müstehcen bir biçimde ortalığa saçılan yolsuzluklar ve devletin mafyalaşması karşısında üç maymunu oynayacak konuma geriletilmiş olmasıdır. Bunun çıkar ortaklıklarını da yansıtıp yansıtmadığı önümüzdeki dönemin ilginç araştırma konularından biri olabilir.