Sermaye sınıfının ve siyasetinin emrinde olan hukuk, halkın var olduğunu bildiği ama kendisine sığınacak yer bulamadığı bir liman gibi.

Hukuk ve yargı skandalları: İşin özü değişmiyor

İstasyona uğrayıp geçen katarlar gibi bakanlar değişiyor, üst düzey yöneticiler değişiyor, mevzuat değişiyor ama zenginliklerin, yoksullukların baskı ve şiddetin artması dışında değişen bir durum yok. Tarikat ve cemaatlerin, milliyetçi ortaklıkla birlikte köşe kapma savaşları içinde sömürü düzeni gericilikle el ele vererek tam gaz koşuyor. Bir yandan hukuk ve yargı reformları geliyor gözükürken diğer yandan gözaltı, tutuklama, uzayan tutukluluklar, adil olmayan yargılamalar, cezalandırmalar ve cezasızlıklarla kaotik bir skandallar düzeni sürdürülüyor. Şimdi de Avrupa Konseyi krizi başladı.

Başkanlı rejim dönemi anlaşılmasın yalnızca. Ne siyasi iktidarlar ne başbakanlar ne bakanlar ve yöneticiler, ne hukuk belgeleri ve yargı kararları geldi geçti ki masal aynı masal. Her üretim tarzının kendi yönetimini, hukukunu ve denetimini üretme, o yönetim, hukuk ve denetimle ihtiyaç ve çıkarlarına göre oynama gerçeği kapitalizmde böyle çalışıyor.

“Farklı Hükümetler Tek Siyaset” bugünden geriye doğru Türkiye ekonomisinin uluslararası ve yerel sermayenin sınırsız denetimine girmesine, askeri müdahalelere kadar gider. Gider de eksik kalır. 1940’ların ikinci yarısından başlayan IMF-DB düzenindeki uzun dönemi ve de içinde “aydınlanmacılığı”, “devletçiliği”, “laik hukuk devleti”ni yaşatmasına karşın bütünsel olarak bir burjuva düzenini görmek gerekir. Ki buraya açılacak önemli başlıklar: sınıflı toplum içerisindeki hak mücadelelerinin anayasal güvence altına alınmasına karşın bu güvencenin çifte standartla ihlalleri ve tüm dönemleri kapsayan antikomünizmdir.

Günümüzde başlıkları artan düzen içi ekonomik, siyasal, sosyal çelişkiler ile “yönetimsizlik, hukuksuzluk, denetimsizlik” olarak tanımlanan, keyfiliği ve skandalları içeren durumlar, anlık olaylara ve sorunlara müdahaleyi gerekli kılmakla birlikte, kapitalist düzenin, burjuva devletinin ve hukukunun analizini gerekli kılıyor. Emekçiler tarafından ve/veya onlar adına siyasetçe yapılan müdahale girişimlerinin ve tepkilerin yalnızca siyasi iktidar tarafından değil, düzen içi muhalefet tarafından da tehlikeli olarak tanımlanması bu analizin daha da inceltilmesi gereğini işaret ediyor.

Kağıt üzerinde hukuk hak ve özgürlükleri, eşitliği, adaleti ve laikliği içermesine karşın, evrensel de denilebilecek, genel kabul gören ilkeleri taşıyan hukuk önünde sonunda düzen ilişkilerinin kılıfına giriyor. Ekonomik ve toplumsal ilişkilerin ürünü olan hukuk aynı zamanda düzenin de kılıfı. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Mahkemesi ile ulusal mevzuat, karar ve uygulamanın uyum göstermediği durumların yaşanmasının özünde de büyük emperyalist kılıflarla içerideki küçük kılıflar var. Bu da ikincil iç çelişkiler olarak görülüyor, gündem yapılıyor; yeter ki sermaye sınıfının egemenliğine zarar vermesin.

Uluslararası denetim mekanizmalarının ulusal siyasal iktidarlar için “küçük sapma, zaaf ve şımarıklıkları olsun, yeter ki bizim olsun” demeleri az rastlanan örnekler değil. Piyasayla gericiliği ve yobazlığı buluşturanlar için birçok durum önemsiz ayrıntı sayılabiliyor. Canı sıkıldığında Anayasa Mahkemesini kapatmaktan söz edenler, fetih damarları tutup İHAM’yi de kapatmaya yeltenir, Avrupa’da buna güler geçer.

Hukuk, emekçilerin hak ve özgürlüklerinden çok baskı ve sömürü aracı olarak kullanılmıyor mu? Gerisi boş söz. Liberallerin hukukun üstünlüğü söylemleri de buna dayanıyor.

Anlaşılacağı üzere düzenin iç çelişkileriyle hukuk birbirini besliyor. Anayasanın rafa kaldırılması da bunun ürünü, Avrupa Konseyine meydan okur gibi gözükmek de… Sermayenin kılına zarar geliyor mu?

İşin özü değişmedikçe çözümü hukukta bulamayız. Ama bu genel bakış, örneğin enerjide fatura soygununa karşı çıkmayı ve de enerji üretim, iletim ve dağıtımının ivedi olarak devletleştirilmesinin de önünü kesmez. Tersine halk mücadelelerinin önemli, vazgeçilmez adımı olur.

Bireyselleştirilmiş, yanına da dinsel kabulcülük eklenmiş ortamda hukuk, emekçi halk üzerinde sermaye egemenliğinin denetim aracı olarak kullanılıyor. Yargıyı da yanına alan bu denetim söz ve karar sahipliğiyle birlikte baskıyı, susturmayı, sindirmeyi, hak ve özgürlük yoksunluğunu da içeriyor.

Bu düzende kimi az sayıdaki hukuksal hükmün, bireysel hak arama ve adil yargılama olumlu örneklerinin yaygınlaşmış hukuk ve yargı skandallarının yanında ne kadar gerilerde ve önemsiz kaldığını hemen her gün yaşıyoruz.

Dün Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından verilen, Türkiye’nin ihlal sürecinin başlatılması kararını da egemen sermaye sınıfı yönünden işin özünün değişmediği gerçeğiyle okumamız gerekiyor. Hafife alınacak bir durum yok tabii “dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi” olduğu Anayasasının Başlangıç bölümünde yazan bir ulus için. Ama hak ve özgürlükleri finansal hareketlerle, pahalılıkla, siyasal baskıyla, devletin ve hukukun gücüyle tırpanlanan emekçi halkın durumunu etkilemiyor bu Avrupa-Türkiye ilişkisi. Bu tür kararlar, Türkiye’nin gelir eşitsizliğinde Avrupa’da ilk sırada yer almasını, keskinleşen sömürüyü ve yoksulluğu, ucuz emek gücünü değiştirmiyor, söz ve karar sahipleri yönünden kaygı konusu dahi yapılmıyor.

Sermaye sınıfının ve siyasetinin emrinde olan hukuk, halkın var olduğunu bildiği ama kendisine sığınacak yer bulamadığı bir liman gibi. Etkisizleştirmenin ve ehlileştirmenin aracı olarak bireyselleştirmeyi çok seviyor, örgütlü mücadeleyle karşılaşmaktan da hep kaçıyor. Emekçi halkın yaşadığı ve çalıştığı alanların hapishane haline getirilmesini önleyemeyen belgeler yığınının hangi sözcüğüne ya da tümcesine hukuk denilebilir ki…

Sosyalist seçenek; halka ait yönetimin, hukukun ve denetimin de seçeneği.